Romalı askerin horoz ibiğine benzeyen miğferini, anneannelerin iki küçük kuş misali nakış kasnağının üzerindeki ellerini, sokaklarda bağırarak dolaşan yüzü isli gazeteci çocuğu, limon sarısı perdeden seyredilen lavanta tarlalarını, akan damlayla ıslanan öykü kitabının kuşe kağıtlarını…
Eğer yazı icat edilmeseydi asla anlatılamazdı. Bu fotoğraflar hafıza mahzenlerinde istiflenir, kimsecikler göremezdi onları.
Bunun, ümmetin hayrına bir süper güce dönüşmesi için üzerinde çalışmakla beraber hafıza mahzeninde güzel fotoğrafları olan usta kimselerin tecrübelerinden bir şeyler de kapmak için de ekstra mesai lazım.
Tabii tüm bunlar sadece yazarak olmuyor. Yazmanın da öncesi var.
…
Bir kitap ile muhatap iken içerikten ziyade “Bu yazar burada niye böyle yazdı acaba? Onu böyle yazmaya iten husus ne idi?” sorularına odaklandığımda, okuma yolculuğum çok daha keyifli oluyor. Kendi keşfim olan bu metodu İsmet Özel’in de yazarlık hayatı boyunca pek bir dert edindiğine rastlamıştım. Okuma yapanların yazarın yepyeni hususlar öğreteceği gibi bir beklenti sahibi olmasını istemiyor üstad. İstiyor ki okuyucuları onun düşünce sancılarına yoldaş olsun, virgüllerde beraber soluklasınlar, noktalarda beraber ahkam kessinler ve dahası.
Ama bu tahayyül sınırlarına kanlı çizikler açtıran iş için önümüze gelen her yazara enerji harcamamak gerek. Düşüncelerin atardamarları ve akrep ile yelkovanın koşuşturmasının hakkından gelmek çok fazla hassasiyet istiyor. Zaman mefhumu çok nazlı, iş çok, fikriyat dediğin uçsuz bucaksız bir su deryası; insan nereden yudumlamaya başlayacağını bilemiyor.
Geçen defa bu mesaiyi masabaşı kişisinin düşünce dünyasına çok uzak bir müellifle; Latife Tekin ile yapmak nasip oldu.
12 Eylül döneminin en hararetli gençlerindenmiş Latife teyze. Gençliği meydanlarda kendi penceresinden gördüklerini insanlara anlatmakla geçmiş hep. Ama şu malum darbe olunca bir polis kaçağına dönüşmüş. Kendi gibi olan samimi bir grup arkadaşıyla oradan oraya sürüklenmek zorunda kalmışlar ve Latife hanım teyze işte o vakit tam da Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” isimli başyapıtı da Türkçe’ye çevriliyorken başlamış kendi başyapıtı “Sevgili Arsız Ölüm”ü yazmaya. Marquez’den özellikle bahsediyorum zira iki kitap da birbirine o kadar çok benziyor ki.
Misal Latife Tekin, büyüdüğü köyden şehre inince çocukluğu boyunca konuştuğu dilin şehir insanlarının dilinden ne denli farklı olduğunu gözlemlemiş. Şehir Türkçe’sini, kültürünü öğrenmeye gayret ederken o kadar çabalıyor ve öteki hissediyormuş ki bu onun bir müddet içine kapanık bir çocuk olmasına sebep olmuş. Sonraları içine bastırdığı ne varsa 22 yaşında patlamış. O konuşamadığı ev dilini ve arkasında bıraktığı insanları yazmış ilk romanında. Hepimizin malumu Marquez de kendi eserini büyükannesinin onun çocuk yaşına bakmadan anlattığı tuhaf öykülerden ve çocukluk anılarından kurgulamış. Sonra, her iki kitabın okuması da çok zor. Gerçekten ama çok çok zor :’) Hatta Latife hanım teyze de beni doğruluyor, “ancak yarısına kadar okuyabildim o kitabı” diyor. Keşke biri ona kendi kitabının çok daha zor olduğunu söylese. Bunları edebiyat aleminin öncüleri de biliyor elbette ama ‘büyülü gerçeklik’ türünün ilk örneği bu memlekette onun elinden çıktığı için başındaki taca dokunmuyorlar.
Edebiyat dedikoduları iyi hoş ancak asıl ilgi çekici olan ona yazma sebebi sorulduğunda söyledikleri. Diyor ki Latife Tekin: “İnsanlar için yazmıyorum. İnsanlık deneyimini aşmak için yazıyorum.”
İnsanlık deneyimini aşmak için yazmak derken dünya imtihanına yazarak teselli bulmayı amaçlıyor olabilir mi? Belki de kemale ermekten bahis açmış ama buna bir isim bulamamıştır…
Şık sorunun şık cevabı yazarın kendisinde saklı ancak çağdaşlarının aksine popülerizm şarkıcısından imza kapmak peşinde olmayışı elbette ki takdire şayan.
Aynı yazarın bilerek ve isteyerek sürekli yoksul insanları konu edindiğini, kimi zaman yazdığı esnada hüngür hüngür ağladığını ve okuyanları da ağlattığı bilinmez şey değil. Sağdan, soldan, üstten, alttan, kuzeyden, güneyden hiç fark etmez. Mesele insanlık için bir iş yapmak ya, aynı dünyaya bakıp başka manzaralar gördüğümüz insanlarla aynı yaşları akıtırız.
Hz.Adem’e inen sahifeler ve yazının keşfini yaptığı söylenilen Sümerler’in çatışması bizde hala bir galibiyete erişemedi ama yine de ‘yazı’nın icadı için Sümerler’e şükran borçluyuz. Yaşasın harflerin satırlar üzerindeki birliği!