17’nci yüzyılda dönemin süper gücü Hollanda; Endonezya ve Malezya’ya dek uzanan bir sömürge imparatorluğu kurar. Ancak zamanla buralardaki Müslümanların başlattığı direniş hareketleri Hollanda’yı zor durumda bırakmaya başlar.
Bunun üzerine Hollanda; çareyi bu insanları cezalandırmakta bulur. Böylece pek çok insan ya öldürülür ya da bir başka Hollanda sömürgesi olan Güney Afrika’ya sürgüne gönderilir. Buradaki insanlar yaşamlarını çiftliklerde çalışarak veya başka işlerde yer alan köleler olarak sürdürürler. Böylece İslam profili de şekillenmeye başlar. Elbette söz konusu insanlar arasında soylular, âlimler hatta prensler de vardır. Bunlar arasında derin bilgisi ve âlim kişiliğiyle Şeyh Yusuf ve Tuan Guru gibi isimler dikkati çeker.
Tuan Guru; her ne kadar Robben Adasında hapsedilse de toplumdan tam olarak izole edilemez ve İslam’ın yaygınlaşmasında önemli bir etkiye sahip olur. Bu arada sosyo-politik nedenlerden dolayı Müslümanların seyahat özgürlüğü olmadığı için Endonezya ve Malezya’yla bağlantıları kesilir; böylece İslami bilgiden uzak kalırlar.
Bu süreden sonra İslam'a ait unsurlar; kitabî bilgiden çok sözlü uygulamalarla İslam devam ettirilir. Bir başka ifadeyle; İslam dini dilden dile aktarılan bir uygulamayla insanlara ulaşır. Bu arada âlim iki isim olan Şeyh Yusuf ve Tuan Guru gibi önemli isimleri vefat etmesiyle İslami yorumlamalar konusunda ihtilaflar oluşur ve insanlar arasında sürtüşmeler meydana gelir. Bir süre sonra, İngiltere’nin hakimiyetiyle birlikte bazı uygulamalar bir miktar yumuşayarak Müslümanlara çeşitli haklar verilmeye başlanır. Özellikle 1805 yılında Ümit Burnu İngiliz hâkimiyetine geçince Cape Town Genel Valisi; Müslümanların yetkililerden izin almaksızın dini vecibelerini yerine getirmesini sağlar. Ardından konuyla ilgili bir kararname yayınlar. Ancak ortada dini yükümlülüklerin yorumlanmasıyla ilgili bir sorun vardır. Böylece İslami kurallarının uygulanmasında farklılıklar yaşanır.
Bu farklılıklar; Hacca giden insanların yeni bilgilerle dönmesi üzerine daha da artar ve şiddete varan çatışmalar ortaya çıkar. Ancak buralara dışarıdan başka âlimler gelmediği için mahaldeki imamların çoğu İslamı kendi çıkarları doğrultusunda uygular.
İngiltere bu duruma başta kayıtsız kalırken, zamanla toplumsal huzurun bozulduğunu görerek çareyi ihtilafa düşülen konuları hilafetin merkezi olan İstanbul’a danışmakta bulur. Bu doğrultuda Kraliçe Viktorya üzerinden bir mektup Sultan Abdulaziz’e aktarılır.
Mektupta, Osmanlı’dan Güney Afrika’daki Müslümanlar için İslam’ı anlatan kitaplar talep edilir. Elbette İngiltere’nin amacı Müslümanlara yardım etmekten çok onları kontrol altına almaktır. Çünkü ortaya çıkan anarşinin kendi hâkimiyetlerine zarar vereceğini düşünürler. Böyle iki tarafın kazançlı çıkacağı bir anlaşma zemini kurulmuş olur.
Osmanlı Devleti; İngiltere’nin fetva ve kitapları kendi çıkarları doğrultusunda kullanabileceği fikrinden hareketle kitap göndermenin yeterli olmayacağını; dini hüküm ve kaideleri anlatacak âlimlerden de oraya gönderilmesi gerektiğini belirtir ve durum karara bağlanır. Böylece Ahmet Cevdet Paşa'nın seçimiyle Şehrizor ulemasından Ebubekir Efendi seçilerek oraya gönderilir.
1823’te Irak’ın Şehrizor kentinde dünyaya gelen Ebubekir Efendi, Hoşnav köyünden Kürt (Şecerelerine göre aslen Arap oldukları bilinir) bir aileye mensup tanınmış bir âlimdir. İlk tahsilini dedelerinden almış; ardından Bağdat ve İstanbul’da öğrenim görmeye devam etmiştir. Burada İlahiyat ve İslam hukuku alanında uzmanlaşan Ebubekir Efendi, yeğeni ve öğrencisi Ömer Lütfü Efendi ile birlikte Londra’ya geçer. Burada bir ay kaldıktan sonra Liverpool üzerinden Ümit Burnu'na uzanan 43 günlük bir gemi yolculuğu yapar ve Güney Afrika’ya varır. Ebubekir Efendinin gelişini haber alan Müslümanlar ona görkemli bir buluşma düzenler.
Ebubekir Efendi, Cape Town’a vardığında karşılaştığı manzara karşısında zorlanacağını bilir. Zira buradaki Müslümanların durumu epey karışıktır ve başlarında İslamı doğru bir şekilde öğretecek hiçbir lider yoktur. Yirmiye yakın grubun olduğu yerde yapılması gereken ilk iş batıl inançların terkedilmesi ve mezhep farklılıklarından kaynaklanan çatışmaların engellenmesini sağlamaktı. Bunu değiştirmek ve taraflar arasında uzlaşma sağlamak elbette zordur. İlk başta herkes onu kendi camiine davet ederek kendilerinin daha doğru bir yolda olduğunu kanıtlamaya çalışır; ancak o, bütün ısrarlara rağmen istenilen camilerde hutbe okumaz ve gruplar arasındaki tarafsızlığını sürdürür. Kendisine hem ev hem de okul olarak kullanabileceği bir yer tutar. Kısa sürede üç yüzü aşkın öğrencisi olur. Toplantılar yapar, dersler verir. Sahte hocalar ve şeyhlerle de kıyasıya bir mücadeleye girişir. Ancak daha çok kitleye ulaşmak için Flemenkçe, İngilizce ve Afrikancayı öğrenir. Hatta Afrikan dilinde İslami temel bilgilerin anlatıldığı “Bayan-al-din” kitabını yazar. Bu kitap, aynı zamanda Afrikanca yazılmış ilk basılı eserlerdendir.
Ebubekir Efendi İslam’ın doğrularını anlatırken bir taraftan da yerel mahkemede görev yapar. Zira buralarda Müslümanların dini konularda yanlış yargılanmasının önüne geçmek ister. Bu durum pek çok sahte şeyh, çıkarcı imam ve mürşiti rahatsız eder. Halkı tehdit ederek Ebubekir Efendi’nin yanından uzaklaştırmaya çalışırlar; ancak başarılı olamazlar.
Ebubekir Efendi Müslümanları birliğe çağırıp ayrılık olmaması için camilerde hutbeyi Osmanlı Sultanı adına okumuştur.
Bu da onun otoritesinin artırmasına sebep olmuş; birbiriyle çatışan Müslüman cemaatlerin barışmasını da sağlamıştır. Bir süre sonra yazdığı eserler yerel dile çevrilir; okulundaki ilk mezunlar yetişmeye başlar. Çevre eyaletlerden gelen öğrenciler aldıkları eğitimlerin ardından kendi memleketlerinde benzer okullar açar ve doğru bir İslam anlayışının Güney Afrika’da yayılmasını sağlar.
Ancak takvimler 29 Ağustos 1880 tarihini gösterdiğinde Ebubekir Efendi'nin yirmi yılı aşkın bir süreyle görev yaptığı Cape Town’da misyonu sona erer ve vefatıyla birlikte ardında pek çok güzel işler bırakır.
Onun yaptığı en güzel işlerden birisi de Müslümanların kaybettiği özgüveni yeniden kazanmasını ve İslami kimliğin canlanmasını sağlamasıdır. Bundan sonra Güney Afrika’daki Müslümanlar; Osmanlı ile irtibatlarını koparmazlar. Hilafet merkezi İstanbul; onlar için daima önemli bir ilgi alanı olur. Hatta Osmanlı’nın maddi imkânlarının tükenmeye başladığı dönemde; Hicaz Demiryolu'nun yapımı için buralardan binlerce insan bağışta bulunur ve önemli bir miktarda sterlin toplanır.
Ayrıca öğrencileri Trablusgarp ve Balkan savaşları sırasında da Osmanlı’nın yanında olur. Buradaki Müslümanlarının yaptığı bunlarla sınırlı kalmaz. Kurtuluş Savaşında en büyük maddi yardımlardan bir kısmı da yine bu bölgelerden gelir.
Ebubekir Efendi bıraktığı bu güzel mirasların rahatlığıyla Masa Dağı’nın hemen karşısında bulunan Tana Baru tepesine gömülür. Mirası; torunları ve öğrencileri sayesinde hâlâ devam ediyor.
kaynak: Mecra/Muhammed Berdibek