Boğaziçi Meselesi ve Üniversitelerde Radikalleşme
Kurucu liberal ekibin emekli olmasıyla, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki liberal kültür, 2000’lerin başından itibaren yerini sol (liberal sol; aşırı sol ve HDP ideolojilerini de içerecek şekilde) ve muhalif ideolojilere bıraktı. Türk akademisine damga vurmuş Şerif Mardin, Nilüfer Göle gibi isimler bile muhafazakar ve İslami kesimi anlamaya yönelik çalışmaları nedeni ile kendi meslektaşlarınca dışlandı.
Türkiye gündemi yaklaşık bir aydır Boğaziçi Üniversitesindeki rektörlük tartışmalarına odaklandı. Prof. Dr. Melih Bulu’nun, Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanması ile başlayan protesto ve eylemler, kısa sürede farklı bir mecraya kaydı ve büyüdü. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve öğretim üyeleri tarafından başlatılan barışçıl protesto eylemleri, terör örgütü mensupları ve radikal örgütlerin dahli ile farklı bir boyut kazandı. ABD ve Avrupalı resmi yetkililerin protestolar ile ilgili açıklamaları ise konuyu tamamen farklı bir bağlama kaydırdı. Bugün için konu ile ilgili tartışma ve kutuplaşma, devlet yetkililerinin yüksek öğrenim ile ilgili bir kararına verilen tepkinin çok ötesinde bir anlam kazanmış durumda.
Lisans öğrenimimi görmüş olduğum Boğaziçi Üniversite’sinde yaşanan gelişmeler, benim gibi birçok mezun ve siyaset ile ilgilenenler tarafından yakından takip ediliyor. Boğaziçi Üniversitesi gibi Türkiye’nin saygın araştırma kurumlarından birinin gündeminin ve enerjisinin tamamen böylesi tartışmaya gidiyor olması, mezun oldukları üniversite ile duygusal bağı devam edenler açısından hayal kırıklığına sebep oluyor. Bu konuya özel ilgi duymamın bir diğer sebebi de 12 il ve 16 üniversiteyi kapsayacak şekilde yaptığımız “Türkiye’de Üniversiteler ve Radikalleşme” çalışmasıdır. Bu araştırma esnasında edindiğim bilgi ve tecrübe, Türkiye’de yüksek öğrenimin önemli bir meselesini yakından inceleme imkanı sağladı. Boğaziçi’nde meydana gelen eylemler de Türkiye’deki eğitim ve siyaset ekosisteminden bağımsız olarak düşünülemez. Bu açıdan üniversitelerdeki radikalleşme olgusuna dair bazı tespitler, Boğaziçi Üniversitesi açısından da geçerlidir.
Boğaziçi Üniversitesi ve bu üniversitenin kültürüne aşina birçok kişiyi şaşırtan, üniversitenin öğretim üyeleri ve öğrencilerinin protesto eylemlerine katılmaları değil, bu protestoların ifade şekli ve siyasi dili oldu. Akademik özgürlük ve demokratik süreçlere dair ifadeler; HDP, LGBT, aşırı sol örgütler ve mevcut hükümeti topyekun hedef alan söylemlerin gölgesinde kaldı. Üniversitenin bilimsel vizyonu, araştırma gündemi, hedefleri ve ulaşmak istediği noktanın, bütün bu tartışmalarda en az üzerinde durulan konulardan biri olması ise oldukça düşündürücü. Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere siyasi karar alıcıların konuyla ilgili tepkileri ise meselenin siyasi muhalefet kısmına odaklandı.
Boğaziçi Üniversitesi içerisindeki eylemler, Kâbe fotoğrafının yere serilmesi ve rektörlük binasının abluka altına alınmasına kadar barışçıl bir şekilde sürüyordu. Üniversite dışında yapılan eylemler ise terörle iltisaklı gruplar tarafından yönlendirilmeye çalışıldı. Bugün için tartıştığımız konu, rektörlük seçiminin çok ötesinden bir anlam ifade eder hale geldi, siyasi otoriteye genel bir başkaldırı halini alan eylemler de rektörlük seçimiyle ilgili tartışmaları gölgede bıraktı. Marjinal grupların eylemlere dahil olmaları ve devlet yetkililerinin bu eylemlere vermiş olduğu sert tepkiler, meseleyi kısa süre içerisinde rektör ataması tartışmasının dışına taşımıştır. Hükümete muhalif olan birçok farklı kesim, protestolarda bir araya gelmiş ve eylemleri bu bağlamda işlevselleştirmiştir. Konunun rektör ataması ile ilgili tartışmanın dışına taşınmasından en fazla Boğaziçi Üniversitesi ile üniversitenin asli paydaşları zarar görüyor.
Sergi adı altında dini değerler tahkir edilerek, rektör ataması ile ilgili tartışmaya eklemlenmeye çalışıldı, bu eylemleri eleştiren öğrenciler fişlendi ve aleni olarak hedef gösterildi. Arkadaşlarını fişleyen öğrenciler, aynı zamanda onları, Batı’daki kuruluşlara ve işverenlere ihbar etmekle tehdit ettiler. Yani yurt dışında yüksek lisans, doktora çalışması yapmak istediklerinde veya çok uluslu şirketler bünyesinde iş arayışına girdiklerinde önlerinin kesilmesi ile tehdit ettiler. CHP ve HDP gibi partiler ile PKK, DHKP-C, MLKP gibi üniversite ile ilgisi olmayan terör örgütleri protestolara dahil olmaya çalıştılar. Rektörlük haricindeki tartışmaların bu mücadeleye iliştirilmesiyle, kadın meselesi, LGBT hakları, PKK yandaşlığı, devlet karşıtı, sermaye karşıtı ve cumhurbaşkanı karşıtı söylemler, akan gündeme dahil oldu. Tartışma farklı bir mecraya kaymaya başlayınca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın protestolara verdiği tepki de beklenenden sert oldu ve gerilim tırmanmaya devam etti.
Rektörlük Seçimleri ve Üniversitelerin Siyasallaşması
Rektörlük seçimleri Türk siyasetinde olumsuz bir geçmişe sahip. Türkiye’de üniversiteler Batı’daki muadillerinden farklı olarak hiçbir zaman salt otonom eğitim ve araştırma kurumları olarak görülmediler. Üniversiteler, bazı dönemlerde iktidar mücadelesinin parçası ve odağı haline bile geldi. Rektörlerin seçimle işbaşına geldiği dönemlerde, üniversitelerde ideolojik, fakülte bazlı, siyasi parti, memleket ve bölge temelli bölünmelerin yaşandığına şahit olundu. Büyük şehirlerdeki köklü üniversiteler, zamanla kendi etki alanlarını ve yönetsel çekirdeklerini oluşturdu. Birçok yerde olduğu gibi üniversitelerde de küçük ama örgütlü klikler, boyutlarının çok ötesinde etki üretebiliyor. Üniversitelerin karar oluşturma ve karar alma mekanizmalarında aktif rol oynayan bu ekipler, üniversiteleri bilim ve eğitim öncelikleri doğrultusunda değil kendi nüfuz alanlarını ön plana çıkaracak şekilde yönlendirme çabası içinde oluyorlar.
Genç akademisyenler ve bilimsel gündemi yoğun, bu konularda üretime ağırlık veren akademisyenler asli vazifelerine odaklanmışken, bu dar klikler yeni alınacak akademik kadroların belirlenmesinden, üniversitelerin akademik ve idari işleyişlerinin saptanmasına kadar birçok konuda aktif rol alıyor. Üniversitelerde başka siyasi mücadelelerin parçası olarak ortaya çıkan örgütlü yapılar, bu mücadeleler güncelliğini yitirse de kolay kolay ortadan kalkmıyor. Kökleri, ideolojik söylem, sembolik unsurlar ve mücadele stratejileri dışarda olduğu için üniversite içi ve dışında aktif bir etkileşim sağlıyorlar. Üniversitelerin görece korunaklı ortamlarında muhafaza edilen radikal dar klikler ve ideolojiler, kendi söylemlerini ve aktivizmlerini yeni gelen öğrenci grupları üzerinden yeniden üretmeye çalışıyorlar.
Boğaziçi Üniversitesi, öğrenci çeşitliliği açısından Türkiye’nin neredeyse bütün kesimlerinin temsil edildiği bir profile sahip. Üniversite giriş sınavlarında yüksek puan alan her kesimden öğrencinin tercihi olan Boğaziçi Üniversitesi, bu yönü ile seçkin ve bilinçli bir öğrenci profiline sahip olageldi. Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans öğrencisi olduğum dönemde, öğrenciler arasında karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki söz konusu idi. Liberal bireyciliğin hakim olduğu Amerikanvari yaklaşım üniversiteye sirayet ettiği için, öğrenciler büyük anlatıların arkasından, ideolojilerin ardından sürüklenen bir karaktere sahip değillerdi. Birbirlerini dinleyen, anlamaya çalışan, zaman zaman farklı kesimlerin ortak çalışabildikleri ancak son noktada herkesin kendi kişisel gündemi doğrultusunda hareket ettiği bir ortam söz konusu idi. Bireysel kariyer tercihleri ve hedefleri, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin temel öncelikleri arasında yer almıştır. Bu durum, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin siyasi ve toplumsal olaylara duyarsız olduğu anlamına gelmemeli. Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi tepkisini barışçıl ve ılımlı şekilde gösterebilme konusunda olumlu bir örnek teşkil etmekteydi. Ancak kendi geleceği açısından sorun teşkil edebilecek aşırıcı davranışlardan kaçınma konusunda da belirli bir sağduyuya sahipti.
Öğretim Üyesi Çeşitliliği Çok Zayıf
Öğretim üyesi profili açısından ise benzer bir çeşitliliğin olduğunu iddia etmek mümkün değildi. Üniversite, liberal değerlere inanan, vizyoner ve kendilerini bu yaklaşıma adamış idealist bir çekirdek kadro tarafından kurulmuştu. Özellikle ABD akademisi ile entegre olmuş bu kurucu kadro, Amerikan yüksek öğrenim sisteminin bazı gelenek ve değerlerini de üniversiteye taşımışlardı. Bu kurucu idealler daha sonraki nesillere de özenle aktarılıyordu. Boğaziçi Üniversitesi bu yönü ile Türkiye’deki diğer yüksek öğrenim kurumlarından daha farklı ve kendine özgü bir akademik gelenek oluşturmuştu. Robert Koleji döneminden de devam eden unsurları bünyesinde barındıran bu gelenek, Boğaziçi’ne istisnai bir konum kazandırmaktaydı.
28 Şubat darbesinin en fırtınalı günleri, Boğaziçi Üniversitesi’nde nispeten daha yumuşak şekilde atlatılmıştı. Başörtüsü yasakları az sayıda öğretim üyesi haricinde, bu üniversitede neredeyse uygulanmamıştı. Başörtüsü yasağını uygulamak isteyen öğretim üyeleri de bazı meslektaşları tarafından olumlu karşılanmamıştı. Boğaziçi Üniversitesi, dönemin YÖK’ünden gelen baskılara karşı özgürlükçü tavrını muhafaza etme gayretinde oldu ve bu durum Boğaziçi’ni daha sonraki dönemler için muhafazakar öğrenciler açısından daha tercih edilir bir üniversite haline getirdi. Ancak öğrenci kulübümüz (Uluslararası İlişkiler Kulübü) o dönemde kapatılmaktan kurtulamadı. Her şeye rağmen üniversite yıllarımı görece liberal bir ortamda tamamlamış olmaktan hiçbir zaman şikayetçi olmadım.
Üniversitede öğrenci olduğum yıllarda bir iki istisna haricinde sağcı, milliyetçi veya İslamcı bir öğretim üyesi ile karşılaşmadım. Bunun hem kendim açısından hem de üniversitedeki diğer öğrenciler açısından önemli bir eksiklik olduğu kanaatimi de her zaman muhafaza ettim. Üniversite dışında farklı akademik çalışmalarımızla bu açığı kapatmaya çalışsak da üniversite ortamındaki adı konulmamış sınırların önemli boşluklara neden olduğu kanaatindeyim.
Muhafazakar ve İslamcı öğrencilerin üniversiteye olan aidiyetleri de hiçbir zaman liberal, sol-liberal, sol ve Kemalist kesimlerin aidiyeti kadar güçlü olmamıştır. Kendimizi üniversitede öğretim üyesi veya idareci olarak hayal edemezdik. Şans eseri olarak da olsa üniversiteye girebilmiş olan nadir sayıdaki muhafazakar, milliyetçi akademisyen de yoğun bir dışlanma ve ağır bir mahalle baskısı ile karşı karşıya kalırlardı. Üniversitedeki liberal hava, öğrenciler ve mahalleden akademisyenler içindi. Öğretim üyesi olmak isteyen muhafazakar ve İslamcılar için çelik duvarlar kendini hissettirirdi. Bu duvarları muhafaza eden ev sahipleri ise profesyonelce davranmayı ihmal etmezlerdi. Bu durum bugüne kadar fazla bir değişikliğe uğramadı.
Boğaziçi’nde Aşırı Sol ve HDP Çizgisine Geçiş
Benim öğrencilik yıllarımda Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğünü yürüten Profesör Üstün Ergüder’in anıları ve çeşitli gazetelere verdiği mülakatlar da bu duruma ışık tutuyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin en başarılı rektörlerinde biri olan Üstün Hoca, kendi dönemindeki durumun muhafazakar veya İslamcı akademisyenleri kabul etmeme konusundaki kısıtlayıcı tavrını eleştirel bir şekilde dile getirdi. Dünya çapındaki üniversitelerde doktora yaptıktan sonra Boğaziçi Üniversitesinde öğretim görevlisi olmak isteyen birçok başarılı akademisyen arkadaşın da benzer bir sonu yaşadığına şahit oldum. Türk akademisine damgasını vurmuş Şerif Mardin, Nilüfer Göle ve bazı başka isimler bile muhafazakar ve İslami kesimi anlamaya yönelik çalışmaları nedeni ile kendi meslektaşlarınca dışlandılar. Bu durumdaki akademisyenler, üzerlerindeki ağır mahalle baskısına dayanamayarak, başlarda kurumlarına yabancılaşmış daha sonra da soğumuşlardır.
Kurucu liberal ekibin emekli olması ve diğer yeni kurulan vakıf üniversitelerine geçmeleriyle birlikte üniversitedeki liberal kültür de yavaş yavaş farklı bir mecraya kaymaya başladı. 2000’lerin başından itibaren üniversitedeki liberal hocaların sayısı azalırken, sol liberal, solun farklı fraksiyonlarına mensup öğretim üyelerinin sayısında bir artış söz konusu oldu. Ana akım Kemalist değerlere inanan hocaların sayısı da azımsanmayacak bir düzeyde idi ancak bu yaklaşım sosyal bilimler alanlarında marjinal sayılabilirdi. Kuruluş döneminin liberal değerleri yerini sol (liberal sol; aşırı sol ve HDP ideolojilerini de içerek şekilde) ve muhalif ideolojilere bırakmıştı. Liberal görüşlü kıdemli hocaların da yeni nesil aşırı sol yaklaşıma sahip meslektaşlarının tavırlarından şikayet ettiklerine şahit oldum. Ancak AK Parti ve Erdoğan karşıtlığı çimentosu bir şekilde bu kesimleri bir arada tutmaya ve kendi aralarındaki farklılıkların üstünü örtmeye yardımcı oldu.
Gezi olayları sonrasında, Üniversite’nin liberal/sol-liberal kimliğinden sıyrılarak mevcut iktidarı hedef alan daha sert muhalif bir ideolojik kimliğe evrildiğine şahit olduk. HDP, LGBT, aşırı sol bazı fraksiyonlar ve AK Parti karşıtı muhafazakarlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı konusunda ortak ve radikal bir tavır benimsediler. AK Parti içerisindeki kırılmalar ve ayrışmalar neticesinde bu partinin siyasi yaklaşımından uzaklaşan muhafazakar kesim de muhalif cenahta konumlandı. Bu muhalif tavır, Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri arasında AK Parti ve Erdoğan karşıtı yeni bir kimlik haline dönüştü. Söylemi HDP’nin ideolojik argümanları ekseninde şekillenen ve aşırı sol örgütlerin de dahil olduğu bu yeni muhalif siyasi duruş, üniversite öğrencilerinin yeni şemsiye kimliği haline geldi. Öğretim üyeleri arasından dar bir kesim de bu ideolojik tavra aktif bir şekilde destek oluyor. Sonuç olarak liberal, özgürlükçü ve bireyci kimlik ve siyasi duruş yerini muhalif bir ideolojik duruşa bıraktı. Bütün bu tartışmalarda kenarda kalan ise üniversitenin bilimsel tavrı ve üretimi oldu. Üniversitenin ideolojik renk kazanması bilimsel üretimini de olumsuz etkiledi.
Boğaziçi’ndeki Dışlayıcılık
Üniversitenin hoşgörüsü, liberalliği ve çeşitliliğe dair olumlu bakış açısı, öğretim kadrosu söz konusu olduğunda esnemiyordu. İdeolojik ve sınıfsal kodlara ait bir eleme süreci ile kendi çelik çekirdeğini muhafaza eden bir yapısı bulunmaktaydı. Daha sonra ABD ve Avrupa da dahil olmak üzere çeşitli üniversitelerde öğrenci ve öğretim üyesi olarak bulundum ancak Boğaziçi’ndeki gibi dışlayıcı ve çeşitlilikten uzak bir kadro ile hiçbir kurumda karşılaşmadım. 11 Eylül saldırıları sonrasına denk gelen sekiz yılımı ABD’de geçirmiş olmama rağmen, bu dönemde bir Türk ve Müslüman olarak dışlanmışlık hissi yaşamadım. Özellikle evrensel sol ve liberal değerlere inanan profesörlerimden destek gördüm. Siyah hareketini destekleyen, pasifist, feminist, aşırı liberal ve cumhuriyetçi hocalarım ve arkadaşlarım oldu. Öğretim kadrosu, asistanlar ve yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin farklı kesimleri temsil edecek şekilde çeşitli olması konusunda ayrı bir çabaya her zaman şahit oldum.
Küçük ve etkili klikler her yerde olduğu gibi ABD’deki eğitim ve araştırma kurumlarında da birçok kararı etkilemekteydi ama katılımcılık hissini ve genel adalet ve liyakat ortamını bozmamaya özel bir gayret sarf edilirdi. Dekanlar ve rektörler tayin edilirken öğrencilerin, öğretim üyelerinin, mezunların ve tüm paydaşların görüşü alınırdı ama son kararı seçici kurullar verirdi. Bu sayede tüm paydaşların kuruma aidiyetlerinin devamı sağlanırdı. Ancak Amerika’da da idareciler konusunda son kararı hep maddi kaynakları sağlayanlar vermiştir. Zengin finansal kaynakları ve birikimleri olan üniversiteler, bu konuda daha özgür ve uzun vadeli kararlar alabilmekteydi. ABD’de de üniversitelere maddi kaynakları sağlayanlar, üniversite yönetimlerinin belirlenmesinde söz sahibidirler ancak karar süreçlerini daha profesyonelce ve katılımcı bir yaklaşımla yapmaya azami gayret etmektedirler. Türkiye’de ise bu karar öteden beri YÖK gibi sorunlu bir kurumun ve siyasi otoritenin uhdesinde olmuştur. Boğaziçi Üniversitesi, siyasi otoritenin nüfuz edemediği alanlardan biri olarak muhafaza edilmekteydi. Bu durum, Prof. Melih Bulu’nun rektör olarak atanması ile kısmen son buldu.
Türk Üniversitelerinde Radikalleşme Olgusu
Diyalog, hoşgörü, katılımcı karar alma mekanizmaları, şeffaf ve adil karar alma ve uygulama süreçlerinin işletilmesi kurumlara olan aidiyet hissini artırmakta ve daha kuşatıcı bir çalışma ortamının oluşmasını sağlamaktadır. Boğaziçi Üniversitesi veya diğer yüksek öğretim kurumları bu yaklaşımın dışında değillerdir. Boğaziçi Üniversitesi gibi köklü kurumları farklılaştıran bu kurumların zaman içerisinde kendi geleneklerini oluşturmuş olmalarıdır. Oluşmuş olan bu gelenekler kendi iç işleyişlerini ve sürekliliklerini sağlamaktadır. Ancak bu tarz kapalı kurumların çoğu zaman şeffaflıktan uzak olduğunu vurgulamak durumundayız. Öğretim üyesi kadrosunun türdeş bir anlayış ile belirlendiği bir gelenek içerisinde yapılacak olan seçim usulü rektör ataması ancak bu sistemi daha da tahkim edecektir. Rektörlerin atanmasının tamamen siyasi otoritenin uhdesinde olması eleştirilecek bir usul olabilir ancak diğer yöntemlerin de sorunları olduğu tecrübe ile sabittir. Asıl mesele benzer niteliklere haiz kişilerin öğretim üyesi ve idareci olabilmek için eşit şartlara sahip olmalarıdır. Özellikle kamu tarafından fonlanan üniversitelerde bu olmazsa olmaz şarttır.
Dar Oligarşik Grupların Üniversitelerdeki Tahakkümleri
“Türkiye’de Üniversite ve Radikalleşme” çalışması bağlamında 16 üniversiteyi yakından gözlemleme fırsatı buldum. Kapalı kapılar ardından birçok akademisyen ve öğrencinin dışlanmışlıktan şikayet ettiklerine şahit oldum. Bu dışlanma bazen ideolojik gruplarca, bazen hemşerilik asabiyesi, bazen dini cemaatler, bazen ise siyasi hareket ve partiler tarafından oluşturulan küçük ve etkili gruplar tarafından yönlendiriliyor. Bu küçük gruplar üniversitelerin işleyişlerine, öğretim kadrolarının belirlenmesine, üniversitenin genel duruşu ve bulundukları şehirlerle ilişkilerine kadar birçok konuda söz sahibi olabiliyor. Bu küçük gruplara mensup akademisyen ve öğrencilerin ayrıcalıklı konumlara sahip olması ise diğer birçok kesimin bağlı bulundukları kuruma yabancılaşmalarına ve dışlanmalarına yol açıyor. Bu dar gruplara mensup olmayan çoğunluk öğretim üyeleri ve hatta öğrenciler ise bu yönetici azınlıklar tarafından oluşturulan tahakkümden rahatsız olsalar da bunu açıkça dile getirememekteler. Bunun sonucunda, bazı akademisyenler ve öğrenciler kurumlarına yabancılaşırken diğer bazıları kendilerine muhkem gettolar oluşturuyorlar. Küçük ve etkili oligarşilerin tahakkümü katılımcı karar alma ortamını zehirliyor. Dar oligarşik grupların üniversitelerdeki tahakkümleri bu grupların dışladığı kesimlerde gettolaşmaların oluşmasını tetiklemektedir. Bu iki dinamik ise üniversite içerisindeki iletişim ve müzakere kanallarını kapatarak dışlanmadan başlayarak radikalleşemeye evrilmektedir.
Üniversitelerde radikalleşmeyi tetikleyen en önemli dinamiklerden biri ise “gettolaşma”dır. Kendi ideoloji ve aykırı kliklerini dış bağlantıları ile de muhafaza etmeye çalışan ve belirli bir “şanlı mücadele geleneğinin” takipçileri olduğuna inanan bu radikal kesimler, siyasi ve toplumsal müzakereye ve esnekliğe sahip değiller. 1970 ve 1980’lerde Türk siyasetinin temel konularından biri olan radikalleşme sorunu, son yıllarda etnik ve ideolojik örgütlerin etkisi ile devam ediyor. Her türlü protesto eylemi ve çatışma, bu örgütlerin arayıp da bulamayacakları bir fırsat. Terör örgütleri, aşırıcı ve radikal örgütler yasadışı eylemeler ve protesto hareketleri sayesinde daha geniş kitlelere ulaşabilmekte ve yeni militanlar devşirebilmekteler. Polis şiddeti, geniş kapsamlı gözaltılar ve söylemsel restleşmeler, mutedil kesimlerin radikalleşmelerine ivme kazandırıyor.
Kronik iletişimsizlik sorunu birçok üniversite ve akademik kurumun ortak meselesi olarak karşımıza çıkmakta. Bu durum Türkiye’de birçok alana sirayet etmiş genel bir sorun. Protesto eylemlerinden olumlu neticeler uman paydaşların, konuyla ilgisi olmayan radikal grupları mümkün olduğunca bu tartışmanın dışında tutmaları gerekirdi. Maalesef Boğaziçi protestolarında da konu siyasi iktidara karşı topyekun bir mücadeleye dönüştü. Oysaki çözümsüzlüğü garantilemenin en kolay yolu, her türlü meseleyi ve gerilimi böylesi bir tartışmaya boca etmektir. Boğaziçi mezunu bir akademisyen olarak beni en fazla üzen şey, rektörün belirlenmesi ile ilgili tartışmalarda bilimsel üretim ve araştırma vizyonunun, dünyadaki bilimsel gelişmelerle eşgüdümü sağlayacak fikirlerin tartışma dışına itilmiş olmasıdır.
Toplum Boğaziçi’ndeki “Ayrıcalık” Arayışını Desteklemiyor
Tüm paydaşları eş zamanlı olarak memnun edecek formüller üretebilmek elbette imkan dahilindedir. Ancak bu noktada böylesi çözümlerin üretilebilmesi için tartışmanın asli zeminine geri dönmesi gerekir. Türkiye gibi sağlık, eğitim, bilim, kültür vb. gibi bütün alanların aşırı siyasallaştığı bir ortamda, her tartışmanın bir şekilde siyasi gerilimin çekim alanına giriyor olması, paydaşların tümünü tatmin edebilecek çözümlerin önüne set çekiyor.
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri ve öğrencilerinin taleplerinin toplumda karşılık bulamamasının nedenlerinden biri de Boğaziçi Üniversitesi’nin talebinin genel kamuoyunda ayrıcalık talebi gibi algılanıyor olmasıdır. Bu durum Boğaziçi Üniversitesi’ne özgü bir çözüm oluşma ihtimalini zayıflatıyor. Yani devam eden bu tıkanıklık en fazla Boğaziçi Üniversitesi’ne zarar verecek.
Akademik yapıların da zaman zaman kendi bünyelerine hükmetmeye çalışan küçük ve örgütlü kliklerden kurtulmaları ve bunun yerine çok sesliliği, fikri ve bilimsel zenginliği ve dinamizmi sağlayacak yeni aktörlere alan açması gerekir. Dünyadaki başarılı üniversitelerin önemli bir kısmı da iniş çıkışlar yaşamıştır. Ortak akla başvuranlar, vizyoner ve katılımcı liderliğe sahip olanlar ve kaynaklarını zenginleştirebilenler yaşamış oldukları krizleri daha kolay atlatabildi. Boğaziçi Üniversitesi’nin de yaşanan krizi atlatarak daha iyi bir yere geleceğine olan inancım tamdır. Ancak üniversitenin paydaşlarının mümkün olduğunca katılımcı bir şekilde ve üniversitenin hedef, vizyon ve değerlerini merkeze alan bir yaklaşımla konunun üzerine gitmesi ve mücadelelerini böylesi bir dil ile ifade etmeleri şarttır. Bu konunun siyasi otorite ile mücadele için araçsallaştırılması, üniversiteye hiçbir şey katmayacaktır. İktidar mücadelesi, bilim ve siyasi tartışmaların iç içe geçmiş olması Türkiye’de bilimin gelişmesine zarar vermektedir. Türkiye’de hem siyasetin hem de akademinin eski alışkanlıklarından vazgeçerek kendi sınırlarını netleştirmeleri Türkiye’nin bilim alanında daha rekabetçi olmasına imkan sağlayacaktır.
Boğaziçi’nde Eyleme Katılan Öğretim Üyeleri Eski Sistemin Devamını İstiyor
Üniversitelerin rektör atamalarında ve kritik kararlarında tüm paydaşların görüşlerinin alınması ve süreçlere dahil edilmesi, bu paydaşların aidiyet hislerini artıracağı gibi süreçleri daha demokratik hale getirecektir. Ancak kurumların kaderlerini, etkili küçük kliklerin tasarrufuna bırakmaktan kaçınmak gerekir. Bu tip bir yaklaşım üniversitelerin demokratikleşmesine değil kurtarılmış bölgelere ayrılmasına neden olur ve evrensel bilim anlayışından koparır. Üniversitelerin sahipleri yalnızca öğretim üyeleri ve öğrenciler değildir bu nedenle üniversitelerin kilit kararları daha katılımcı bir formatta alınmalıdır. Devletin rolü ise üniversitelerdeki karar alma ve uygulama süreçlerinin şeffaf, katılımcı ve hesap verebilir olmasını garanti altına almak ve denetlemek olmalıdır. Boğaziçi Üniversitesi’nde rektörlük atamasını protesto eden öğretim üyeleri eski sistemin devam etmesini istemektedirler. Aslında çoğu talep ettikleri sistemin dünyanın önde gelen yüksek öğrenim kurumlarında olmadığının farkındadır. Üniversite öğrencilerinin rahatsız oldukları durumları protesto etmeleri son derece normal bir durumdur ama mücadelelerinin radikal gruplar tarafından istismar edilmesinin önüne geçmeleri gerekmektedir.
Benzer gerilimlerin önüne geçmek için ve Türk yüksek öğrenimini hak ettiği yere taşımak için YÖK ve karar alıcılara da büyük sorumluluklar düşmektedir. Türkiye’deki rektörlük seçim ve ataması sistemi ve üniversitelerin işleyişi ile ilgili bazı uygulamalar sorunlar üretmektedir. Geçmiş tecrübelerden de dersler çıkararak Türkiye’de yüksek öğrenim ve bilimsel gelişmeyi üste taşıyabilecek kurumsal ve hukuki alt yapının oluşturulması gerekir. Ancak bu aşamada atılması gereken öncelikli adım rektör ataması meselesinin dışına taşarak farklı bir anlam kazanan tartışmanın tekrar asli mecrasına çekilmesi olmalıdır.
Kaynak: Kriter/Talha Köse
Günün önemli haber ve videoları WhatsApp kutunuzda! Telefon numaranızı yazın, hemen abone olun...
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
İmsak | 06:07 | ||
Güneş | 07:35 | ||
Öğle | 12:40 | ||
İkindi | 15:12 | ||
Akşam | 17:35 | ||
Yatsı | 18:57 |