Batı Düşüncesi
Batı düşüncesi Antik Yunan (Hellenist) felsefesinin, yani; Sokrat (Sokrates), Eflâtun (Platon) ve Aristo (Aristoteles) gibi Yunanlı filozofların felsefeleriyle başlayan düşünce tarzının zaman içinde evrim geçirmiş halidir.
Batı düşüncesi Antik Yunan (Hellenist) felsefesinin, yani; Sokrat (Sokrates), Eflâtun (Platon) ve Aristo (Aristoteles) gibi Yunanlı filozofların felsefeleriyle başlayan düşünce tarzının zaman içinde evrim geçirmiş halidir. Yunan’la başlayan Batı düşüncesi, Roma İmparatorluğu ve kaynaklarını Doğu’dan alan Hıristiyanlığın kendisine eklemlenmesiyle devam etmiş, Rönesans, modern bilim ve felsefenin doğuşuyla çağdaş dünyadaki anlam içeriğine kavuşmuştur. Her ne kadar Batı düşüncesi kavramı, felsefî, dinî ve bilimsel olmak üzere üç temel unsuru muhtevasında barındırsa da söz konusu düşüncede belirleyici olan ve tarihsel seyir içerisinde çeşitli biçimlerde varlığını hissettiren hususun, Antik Yunan’a ait felsefî ve bilimsel miras olduğunu söylemek mümkündür. Bu ortak özellikler dışında, klasik Batı düşüncesini modern Batı düşüncesinden ayıran özellikleri dikkate almamız gerekir. Son tahlilde 'insanın dışında, insanı aşan bir hakikat yoktur' ilkesini merkeze alan düşünce sistemini, değişik açılardan tahlil etmek gerekir.
Batı Düşüncesi
Kasım Küçükalp – Ahmet Cevizci
İSAM Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 342 / Mayıs 2019
"Batı Düşüncesi" Kavramının Mahiyeti ve Sınırları
“Her şeyden önce ‘Batı’ ve ‘düşünce’ kelimelerinden oluşan bu terim, Batı’ya has olmak hasebiyle, diğer düşünce tarzlarından ayrılma imasını ortaya koyar. İşte tam da bu iması sebebiyle, Batı düşüncesi olarak adlandırılması mümkün olan bir düşünce tarzından bahsetmek mümkün görünmektedir. Dolayısıyla burada söz konusu edilen ‘düşünce’ terimi, genel olarak düşünmenin ne demek olduğundan ziyade, çoğunlukla ‘felsefe’ ile özdeş hale gelmiş olan bir düşünce tarzına, Batılı anlamda felsefe yapma veya düşünme tarzına yapar.” S.15
“Bu anlamda Batı düşüncesi Antik Yunan'da doğada hüküm süren sebeplerin ve var olanların temel ilke ve zemininin araştırılmasına tekabül eden bilimsel düşünme mantığının ve Sokrat (Sokrates), Eflâtun (Platon) ve Aristo (Aristoteles) gibi Yunanlı filozofların felsefeleriyle başlayan düşünce tarzının zaman içinde geçirmiş olduğu evrimi dile getirir. Yunan’la başlayan Batı düşüncesi, Roma İmparatorluğu ve kaynaklarını Doğu’dan alan Hıristiyanlığın kendisine eklemlenmesiyle devam etmiş, Rönesans, modern bilim ve felsefenin doğuşuyla çağdaş dünyadaki anlam içeriğine kavuşmuş ve nihayet Aydınlanma ile bir yandan kemale ererken, diğer yandan kendisine karşı radikal düzeyde tartışmaları da muhtevasına almak suretiyle günümüze intikal etmiş bir düşünce geleneğini ifade eder. Her ne kadar Batı düşüncesi kavramı, felsefî, dinî ve bilimsel olmak üzere üç temel unsuru muhtevasında barındırsa da söz konusu düşüncede belirleyici olan ve tarihsel seyir içerisinde çeşitli biçimlerde varlığını hissettiren hususun, Antik Yunan'a ait felsefî ve bilimsel miras olduğunu söylemek mümkündür.” S.16
Klasik (Antik Yunan ve Hıristiyan) Batı Düşüncesinin Temel Özellikleri
“Klasik Batı düşüncesini modern Batı düşüncesinden ayıran özellikler ise şu hususlar ekseninde sunulabilir: İlk ve en temel husus aşkın hakikat düşüncesinde karşılığını bulmakta olup, insana ve insanî olana referans olma vasfıyla, hakikatin insanı aşan bir karakter arzettiğini dile getirir. Zira her ne kadar insan hakikatle temas kurabilen bir varlık olarak görülse de, klasik Batı düşüncesi, hakikatin insanı aşkın bir karakter arz ettiğini ileri sürmesi bakımından, insan merkezli olmayan bir yapıya sahiptir. Modern düşüncede insanın merkezî ve belirleyici rolünden farklı olarak, klasik Batı düşüncesinin insan merkezli olmaması, elbette ki klasik düşünürlerin felsefeyi akılcı bir etkinlik olarak görmedikleri veya hakikatin akla referans olmaksızın verilen bir şey olduğunu kabul ettikleri anlamına gelmez. Zira klasik Batı düşüncesinde, gerek aklın gerekse hakikatin insanı aşan bir yapı arz ettiği, insan aklının ise söz konusu aşkın aklın bir parçası olduğu kabul edilir ve insanın hakikate ulaşması, sahip olduğu söz konusu akıl yoluyla, kendisini aşan akıl ve hakikatle ilişkiye girmesi olarak görülür.
Klasik Batı düşüncesinde evren, öğeleri birbirleriyle ve bütünle bağlantılı organik bir yapı olarak tasavvur edildiği için, farklı bilgi alanları birbirlerinden yalıtılmamıştır ve felsefe bütünün bilgisi olarak anlaşılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, felsefenin içerisinde bütün bilimlerin toplandığı, bilimlerin anası olan büyük ve kuşatıcı bir etkinlik olarak kabul edildiği söylenebilir. Öyle ki, daha felsefenin başlangıcından itibaren felsefeyi gerek bilimden gerekse diğer bilimsel disiplinlerden ayırmak neredeyse imkânsız olmuştur. Bundan dolayı klasik Batı düşüncesinde, felsefeyi doğa ve insan bilimlerinden ayrı konumlandırmak mümkün olmadığı gibi, bütün bilimler felsefenin bir parçası olarak kabul edilmiştir.” S.23
Modern Batı Düşüncesinin Temel Özellikleri
“Genel bir değerlendirme içerisinde ele alındığında, modern Batı düşüncesinin şu özellikleri sebebiyle klasik Batı düşüncesinden ayrıldığını söylemek mümkündür:
Modern Batı düşüncesinde insanı aşkın bir hakikat anlayışı yerini, insan merkezli bir hakikat anlayışına bırakmıştır. Modern Batı düşüncesinin ilk ve en temel özelliği hümanizmdir. Gerçekten de o, insan aklını öne çıkarıp aşkınlaştırması ve hakikatin bilgisinin kaynağı olarak insanı (insan aklı) merkeze alması sebebiyle hümanist bir karakter arzeder. Onda hümanizm, şu halde ‘aklı insan varlığının tek ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâkî gelişiminin rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yönden gerçekleştirilebileceğini belirten ve bu çerçeve içinde insanın doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan’ felsefî bir tutumu dile getirir.
Modern Batı düşüncesinin diğer bir ayırıcı özelliği de, mekanik bir evren tasavvuruna sahip olmasıdır. Dünya da dâhil olmak üzere evreni koca bir makine olarak gören modern Batı düşüncesi, evrenin bilgisine, onun gözlem ve deney yoluyla ne tür bir mekanizmaya sahip olduğunun kavranılması halinde ulaşılabileceğini varsaymıştır. Modern Batı düşüncesinin mekanik evren anlayışına bağlı, gözlem ve deney vurgusu, bu düşünceyi evrenin bilgisi için müracaat edilmesi gereken yöntem olarak analitik yöntemi benimsemeye sevketmiştir. Zira modern Batı düşüncesi açısından, mekanik bütünün bilgisinin elde edilebilmesi, onun parçalara ayrılması, her bir parçanın bilgisine ulaşılması ve bu parçaların birleştirilmesi suretiyle yalnızca analitik yöntem sayesinde mümkün olabilir. Böyle bir yaklaşımın en açık sonucu ise modern Batı düşüncesiyle birlikte felsefe, bilim ve etiğin kompartımanlaşmak suretiyle birbirinden ayrılması olmuştur.
Mekanik evren anlayışının açık bir sonucu da, modern Batı düşüncesiyle birlikte ‘teleolojik’ evren görüşünün terkedilmesinde yansımasını bulur. Buna paralel olarak, sebep-sonuç ilişkisinin ön plana çıktığı modern Batı düşüncesinde, ‘niçin’ sorusu yerini ‘nasıl’ sorusuna bırakır. Bu husus özellikle modern düşüncenin, Ortaçağ düşüncesine damgasını vuran dinî düşünceden ayrılmasını anlamak açısından büyük bir önem taşır. Dinî düşüncede her varlığın Tanrı'nın belirlemiş olduğu amaca göre hareket ettiği varsayılırken, seküler karakterli modern düşünce, yeryüzüne müdahil bir Tanrı anlayışının yerine kendisini sebep-sonuç ilişkilerinde gösteren doğa yasaları düşüncesini yerleştirmiştir.
Bilim ve astronomideki çeşitli modern gelişmelerin sonucunda, klasik Batı düşüncesinde varlığını yüzyıllar boyu sürdüren ve dünya merkezli evren telakkisinde karşılığını bulan klasik kozmoloji anlayışının yerini güneş merkezli bir evren anlayışına karşılık gelen modern kozmoloji almıştır. Özellikle matematiksel fiziğin bilim adamları için olmazsa olmaz bir hareket noktası haline gelmesiyle birlikte, yalnızca göksel varlıklar için mümkün görülen mükemmellik fikri, aslında bütün evrende aynı matematiksel fizik yasalılığının (yasalarının) hüküm sürdüğü inancına bağlı olarak yıkılmıştır. Böylelikle modern Batı düşüncesinde matematik yeryüzüne indirilmiş ve yeryüzü, bir kesinlik alanı olarak düşünülmeye başlanmıştır. Her ne kadar dünya klasik Batı düşüncesindeki merkezî önemini ve Hristiyan düşüncesinde vurgulanan kutsanmışlığını yitirse de, evreni algılamadaki bütün bu değişmeler, nihayetinde modern Batı düşüncesini, ideal olanın bu dünyada inşa edilebileceği inancına taşımıştır.
Kozmolojik ve teleolojik evren anlayışının terkedilmesiyle beraber, pratik felsefede özgürlük ve eşitlik ideallerinin ön plana çıkması da, modern Batı düşüncesinin önemli bir karakteristiği olarak karşımıza gelir. Gerçekten de insanın kendisini aşan bir amaç tarafından belirlenmiş olduğu fikrinin terkedilmesi, kendi kaderini kendi tayin eden bir insan anlayışına vücut vermek suretiyle modern özgürlük düşüncesini doğurmuştur. Öte yandan nitelik bakımından birbirinden farklı varlıklardan oluşan bir evren anlayışının, Yeniçağ’da bütün varlıkların aynı hareket yasalarına tâbi olduğu bir evren anlayışı lehine ortadan kalkması da eşitlik düşüncesini ön plana çıkarmıştır.
Modern evren anlayışının bir uzantısı olarak bilgi alanlarının ayrışmasının önemli bir sonucu ise etik ve siyaset felsefesinin birbirinden ayrılmasıdır. Klasik felsefede bireysel iyi ile toplum için iyi olan arasında kurulan paralellik, modern düşüncede artık söz konusu olmaz. Sosyolojik açıdan düşünüldüğünde, modern dönemde, cemaatlerin çözülmesi ve atomistik bireyin ön plana çıkmasıyla birlikte, yalnızca bir topluluk içerisinde anlamlı olan birey anlayışı, yerini yalıtık bireye bırakır. Özellikle pratik felsefe söz konusu olduğunda, modern Batı düşüncesinde, bireyin merkezî bir konuma sahip olduğu söylenebilir.” S.28
Modern Batı Düşüncesi
“Tarihî seyri dikkate alındığında modern dönem, Batı’da skolastik dönemden sonra, Rönesans ve reform hareketlerinin yanı sıra coğrafî keşiflerle birlikte gelişen siyasal, sosyal, ekonomik ve bilimsel değişmelerin sonucunda ortaya çıkan ve XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden zaman dilimine karşılık gelir. Söz konusu dönemde hâkim olan düşünme tarzı da modern düşünce olarak ele alınır. Ana hatlarıyla değerlendirildiğinde modern düşünce her şeyden önce öğretici olan ve tanrı tarafından yaratılan evrendeki olguları nitelikleri ekseninde ereksel bir açıklamaya tâbi tutan Ortaçağ düşüncesinden farklı bir biçimde, evreni, hâricî referanslara başvurmadan, zaman ve mekânla sınırlı olan varlık alanına müracaat etmek suretiyle açıklamaya çalışan bir karaktere sahiptir. Bilimsel açıklama olarak bilinen bu yaklaşımın merkezinde deney ve gözleme dayalı nesnel bir bilgi arayışı yer alır. Yine modern düşünce, hakikati düşünen öznenin aklına indirgeyen karakteri sebebiyle rasyonalist ve tam anlamıyla hümanist bir düşünme tarzı görünümündedir. Hümanist karakterine bağlı olarak kendisini, insanın düşünen özü ile dış dünya arasında bir ayırıma gitmek suretiyle tesis etmiş olduğu için düalist niteliktedir. Aynı şekilde, özellikle bilimde olgusal olanı merkeze alan bir bilim anlayışını ve bu anlayışı temsil eden bilim adamlarının yanı sıra filozofları da muhtevasında barındırması sebebiyle modern düşüncenin pozitivist bir karaktere sahip olduğu da söylenebilir.” S.118
Modern Batı Düşüncesinin Doğuşu ve Gelişimi
“Hiç kuşku yok ki, modern düşüncenin teşekkülünde öncelikli hususların başında ‘yeniden doğuş’ anlamını taşıyan Rönesans düşüncesi gelmektedir. Her ne kadar geçmişten tam anlamıyla bir kopuştan çok, din, felsefe ve mitolojinin iç içe geçtiği bir görünümde karşımıza çıksa da, Rönesans düşüncesinin, bir yandan Ortaçağ’dan kopuşa işaret etmesi, diğer yandan da modern dönemde ön plana çıkacak olan tartışmaları başlatması bakımından modern düşünceyi hazırladığı söylenebilir.”
Rönesans ve Reformasyon
“Rönesans düşüncesinin en temel özelliği, insanın, her türlü bağlılıktan sıyrılmak suretiyle, kendisine dayanıp, kendisini arayıp bulmasıdır. Söz konusu kaygısı sebebiyle Rönesans düşüncesinde antik örneklere müracaatla işlenen ilk sorun insan sorunu olmuştur. Bu sorunun felsefî dildeki karşılığı ise hümanizmdir. İlk ve dar anlamıyla, klasik Yunan ve Roma literatürü üzerinde daha ziyade filolojik nitelikli çalışmaları ifade eden hümanizm kavramı, geniş anlamda kendisini bulma amacındaki modern insanın yeni hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren akıma gönderme yapar.” S.120
“Hümanizmden beklenen öncelikle klasik metinlerin rehberliğinde gerek bireysel gerekse sosyal ilişkilerde karşılaşılan etik ve ahlâkî meseleler üzerine sağlıklı bir biçimde düşünmeye muktedir daha iyi bir insana vücut verme olmuştur. Bunun yanı sıra XV. yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan bürokratik yapılanmanın ihtiyaç duyduğu meslekî becerilerin kazanılması amacı da, klasik metinlere yönelişin sebepleri arasındadır.
En belirleyici özelliği dinden bağımsız bir kültür inşa etmek ve insanın merkeze alındığı bir paradigma ekseninde insan ve dünya ile ilişkili bir felsefe kurmak olan Rönesans hümanizmi, bilime ve insan aklına atfettiği değere bağlı olarak, daha sonra zuhur edecek olan bilimsel paradigmaya olan katkısı sebebiyle, aynı zamanda seküler yani dünyevî bir kültürün doğuşunun da habercisi olarak görülebilir. Başlangıçta mitolojik ve akla dayalı unsurların iç içe geçtiği Rönesans düşüncesi, zamanla özellikle eğitim ve bilim alanında geçmişte otorite kabul edilen düşünürlere her türlü başvuruyu ortadan kaldırma tutumuna paralel biçimde, yalnızca deney ve aklın sağladığı doğrulara yönelik arayışı hareket noktası sayan bir görünüme sahip olmuştur.” S.121
“Aynı şekilde insan doğasının her zaman ve her yerde aynı olduğunu, insanın tutku ve eğilimlerinin hesabının yapılabileceğini, buna bağlı olarak, olguları gözlemleyip hesabını yapabilen insan zekâsının devlet yönetiminin merkezine oturtulabileceğini ileri süren Niccolò Machiavelli’nin (1469-1527) siyaset felsefesi de modern siyaset felsefesinin anlaşılmasında ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Zira Machiavelli yeni yeni teşekkül etmekte olan modern ulus devlet anlayışını haklı kılacak ve devletin gücünü tahkim edecek bir siyaset anlayışı ortaya koyar. Ona göre, doğal gereksinimlerin sonucunda zuhur eden devlet, ulusa dayandığı takdirde yeterli bir güce ulaşmış demektir. Hukuku kiliseden ve devleti dinî dogmalardan arındırmaya çalışan bir yaklaşım ekseninde Machiavelli, devleti yaşatma ve gücünü arttırmayı yegâne amaç sayarak, hukuk ve dini söz konusu amaca bağımlı kılar. Bu yaklaşıma göre, devletin gücünü arttırmak amacına götüren her yol meşrudur ve bu yolun ahlâk, din ve hukuka uygun olup olmadığının hiçbir önemi yoktur. Hükümdar adlı eserinde ortaya koyduğu üzere, ulusa dayalı bir monarşiyi savunan Machiavelli, devlet adamının güç ve mutluluğunu devletin güç ve mutluluğu ile ilişkilendirmiştir.” S.123
“Rönesans’ta felsefe, ahlâk ve siyaset alanlarında ortaya çıkan paradigma değişikliği, din alanında da yansımasını bulmuş ve XV. ve XVI. yüzyıllarda reformasyon hareketine vücut vermiştir. Aslına bakılırsa dinde gerçekleştirilmek istenen reform sürecinin tarihsel arka planında, gittikçe bireyciliğe kayan felsefe anlayışına paralel olarak, Ortaçağ mistisizminin zemin teşkil ettiği bireysel dindarlık düşüncesi bulunmaktadır. Zira Ortaçağ boyunca hâkim bir güç olarak varlığını sürdüren kilise, kutsal kitabın inananlar tarafından okunup yorumlanması bir yana, farklı dillere tercüme edilmesine dahi izin vermemekteydi.” S.124
“Reformistlerin en temel iddiaları, dinin anlaşılıp yorumlanması ve yaşama geçirilmesinde kilisenin mutlak otoritesinin reddedilmesi gerektiği düşüncesinde somutlaşır. Şüphesiz bu reddiyede Katolik kilisesinin zamanla yozlaşması ve hatta günah çıkarma belgelerini para karşılığında satmasının da küçümsenmeyecek bir etkisi olmuştur. Reformistler için asıl olan bireysel dindarlıktır; tanrı ile insan arasına herhangi bir kurumsal otorite girmemelidir. İnanan insan, inanmış olduğu kutsal metni kendi dilinde okuyup anlamaya ve bireysel olarak tanrı ile mânevî bir ilişki geliştirmeye muktedirdir.” S.125
“Din alanında vuku bulan bu tartışmaların sonucunda XVI. yüzyılda, ilki Alman teolog Martin Luther (1483-1546), ikincisi de Fransız asıllı John Calvin (1509-1564) eliyle iki büyük Protestan kilisesi kurulmuştur. Reformasyon Martin Luther’in Wittenberg Kilisesi’nin kapısına, Katolik kilisesi papalık ve yerleşik Hıristiyanlık anlayışını eleştiren doksan beş tezini asmasıyla başlamış, gerek o dönemde gerekse daha sonraki Avrupa sosyal ve siyasal hayatında çalkantılara yol açan büyük din savaşlarının yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Daha çok İskandinavya ve Almanya’da yaygınlık kazanan Luthercilik, meslek yaşamına önem veren ve her insanın devlet içerisinde gerçekleştirebileceği mesleğini seçmek için yaratıldığını ileri süren yaklaşımıyla, memur tipi bir insan modeline vücut vermiştir. Calvinizm ise daha ziyade Batı Avrupa, İngiltere ve Amerika’da yaygınlık kazanmış olup, sanayi yatırımlarını önemseyen tâcir tipi bir insan modelini öngörmüştür. Protestanlık’la birlikte ortaya çıkan en önemli değişiklik, karşılığını kuşkusuz din ile devlet arasındaki muhkem ilişkinin tartışmaya açılmasında bulmuştur. Bu tartışmada kilisenin yetkilerinin sınırlandırılması ve bireysel dindarlık fikrinin teşvik edilmesinin modern laiklik anlayışına vücut verdiği söylenebilir. Gerçekten de Protestanlık, özellikle Calvinizm dolayımıyla, modern kapitalist ekonomik sistemin ihtiyaç duyduğu birey anlayışı için önemli ve teşvik edici bir arka plan oluşturmuştur.” S.126
Modern Bilimin Doğuşu ve Bilimsel Dünya Görüşünün Tesisi
“Modern bilim düşüncesinin doğuşunu sağlayacak olan tarihsel süreç izlendiğinde karşımıza çıkan ilk şahıs Copemicus’tur (1473-1543). Bilindiği üzere, Copernicus’e kadarki Batı düşüncesinde dünya merkezli bir evren tasavvuru hüküm sürmekteydi; bu tasavvurda, Aristo’nun ay altı âlem-ay üstü âlem dünya ayırımına bağlı olarak, teleolojik bir mahiyete sahip olan evren, mükemmelliğin yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir biçimde belirlendiği bir görünüm arzetmekteydi. Aristo’nun hiyerarşik bir karakter arzeden ‘kozmos’unun yerine, Copernicus’in ‘evrenin birleştirilmesi’ anlamında, aynı yasalarla yönetilen evren anlayışının ikame edilmesidir.
Kepler’in (1571-1630) modern bilimin başlangıcına yerleştirilmesinin sebebi, doğanın tekdüzeliğine inanan bir bilim adamı olarak, evreni yer mekaniğinde kullanılan ilkeler ekseninde açıklama cihetine gitmesidir. Başka bir ifadeyle, onun dünya anlayışında bütünüyle yeni olan husus, evrenin her yerinde aynı matematiksel yasaların egemen olduğuna inanmasıdır. Dolayısıyla Kepler için, tanrının dünyayı yaratırken uyduğu ilkeler, sıkı matematiksel ve geometrik irdelemeler yoluyla belirlenmiş olup, dünyanın yapısındaki düzenlilik tam anlamıyla geometrik bir karakter arz eder.
Galileo (1564-1642)’nin, modern bilim anlayışı bakımından en önemli başarısının, matematiksel akılcılığı ve niceliksel yaklaşımı merkeze alması olduğu söylenebilir. Zira Galileo, deneysel yöntemi kurmanın yanı sıra, deneyle matematiksel analizi birleştirmiş olmasıyla, deneysel fizik ve modern mekaniğin de kurucusu kabul edilir.” S.127-129
“Newton’un (1642-1727), kendisinden önceki birikimi daha ileri boyutlara taşımak suretiyle, bilimsel dünya görüşünü tam anlamıyla tesis ettiği söylenebilir. Zira Newton’un yaklaşımı, bir yandan bilimsel araştırmaya konu olacak olan her şeyi, bireysel parçacıklar ve mekaniğin temel yasa ve terimlerinden müteşekkil bir ontolojiye indirgerken, diğer yandan insan ve toplumun da aynı anlayış ve ilkeler doğrultusunda incelenmesini önerir. Bütün varlık alanı için geçerli olma iddiasındaki bu yaklaşım, mekanik evren anlayışının yanı sıra, olgulara odaklı bir bilim ve bilgi anlayışının tam anlamıyla tesisine vücut vermiştir. Tanrı tarafından, matematiksel akıl ve düzenin taleplerine uygun bir biçimde yaratılan evrensel bir sistem fikrini benimseyen bu yaklaşımın açık sonucu, evrenin devasa bir makine olarak algılanması ve rasyonel bir din anlayışının tesisi olmuştur.
Evren anlayışındaki köklü değişimin bir sonucu olarak gerçekliğe ilişkin bilimsel bilginin gün geçtikçe artıyor olmasının ve bunun, insanın hayatını kolaylaştıran teknolojik birtakım pratik sonuçlar sunmasının da etkisiyle, modern düşüncede, gerçekliği kontrol edebilmenin yegâne aracı olarak görülen bilgi, güç ile ilişkilendirilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla modern dünyada bilgi, Ortaçağ’da olduğu şekliyle tanrının dünyaya amaçlılık ve düzen sağlayan planını keşfetmekten ziyade, sağladığı güç ve fayda için istenir olmuştur. Böylelikle modern düşüncede insanın evrendeki yeri de büsbütün değişmiş, evren yumuşak başlı bir tefekkürün konusu olmaktan çıkarken üzerindeki ilâhî ihtişamı kaybetmiş ve nihayetinde kendisini, yönetilip işlenmek üzere insanın egemenliğine bırakmıştır.” S.132
Modern Batı Düşüncesinin Felsefî İnşası
“Varlık anlayışı bakımından materyalist yaklaşıma sahip olan Bacon için, görünen ve yasalılığın hüküm sürdüğü dünyadaki şeyler ve onları oldukları şekliyle yansıtmaya muktedir insan aklının dışında herhangi bir varlık alanı söz konusu değildir. Bundan dolayı, bilginin elde edilmesinde öncelikli olan deneyim ve bu deneyim sonucundaki verilerin akıl yoluyla işlenmesidir. Gerçekliğin deneyim yoluyla edinilen bilgilerden hareketle olduğu gibi yansıtılabilmesi için zihnin, insanın bireysel varlığı, toplum, dil, kültür ve gelenek gibi, insanı birtakım zihinsel ön yargılara sevkeden hususlardan arındırılması gerekir. Bu gerekliliğe binaen Bacon, ‘zihnin putlardan veya önyargılardan arındırılması’ olarak adlandırılabilecek olan teorisini hayata geçirir. Çünkü olgusal olanın bilgisine ulaşmak için öncelikli olan husus, insanın kendisini zihinsel olarak söz konusu bilgiye hazırlıklı hale getirmesidir. Bundan sonraki aşama ise duyularla elde edilen verilerin, tümevarım ve sıkı bir bilimsel eleme yöntemiyle elenmek suretiyle kesinliğe taşınmasıdır.
Söz konusu bilgiyi egemen olmayla özdeşleştiren Bacon’a göre, fizik dünya insandan bağımsız ve insan tarafından dönüştürülebilecek bir varlık alanını oluşturur. Bunun için yapılması gereken şey, öncelikli olarak fizik dünyaya hâkim olan mekanik ve matematiksel yasallığı keşfetmek, daha sonra da elde edilen bilgi dolayımıyla doğayı insanın hizmet ve kontrolüne sunmaktır. Tam da bu tutumu sebebiyle, Baconcı felsefenin, bir yandan insanı merkeze alan yaklaşımı tahkim ettiğini, diğer yandan da modern düşüncenin, çağdaş felsefeler tarafından çokça eleştirilecek olan antiekolojik karakterini açığa çıkardığını söylemek mümkündür. Hatta Bacon’ın, bir bütün olarak doğayı, saklamış olduğu sırları ele geçirmek için eski zamanlarda zindanlarda zorla konuşturulan kadına benzettiği ve doğaya İngilizce’de bayanları nitelemek için kullanılan işaret zamiriyle (she) göndermede bulunduğu düşünüldüğünde, böyle bir bilgi ve varlık anlayışının, doğaya karşı insanî bir şiddet öngördüğünü dahi söyleyebiliriz.” S.135
“Modern öncesi dönemde, evrenin bütünü içerisinde, evrenin bir parçası olan ve insanın bütüne uyum sağlama aracı olarak görülen akıl, modern dönemle birlikte evreni dönüştürmenin, yeni modlar ve dünyalar icat etmenin biricik referans noktası olur.
Kendisini bütünün bir parçası olarak gören modern öncesi insan da, yerini hakikati kendisinden hareketle inşa etmeye muktedir görülen modern özneye bırakır.
İşte tam da bu noktada Descartes’ın modern Batı düşüncesi bakımından ayrıcalıklı konumu açığa çıkar. Çünkü bilimsel dünya görüşünün bir sonucu olan mekanik doğa anlayışını ve modern düşüncenin özne merkezli karakterini temellendirip, meşrulaştıran metafizik bir sistem kuran Descartes, kendisinden sonraki felsefeleri kayda değer ölçüde etkilemiştir. Ona göre insanlığın karşı karşıya kaldığı temel problemlere yönelik çözümler, yeni politik bir programdan ziyade, yeni bir bilimi gerektirir. Bu doğrultuda olmak üzere Descartes, söz konusu yeni bilimi oluşturmak için, duyuların ve geleneksel aklın her şeklini soruşturup, duyular için gerçek kanıtlar bulmaya çalışmıştır. Metodolojik şüphesinin bir sonucu olarak duyularımızla elde ettiğimiz bilgilerin kesinsizliğinden hareketle, doğa ve toplumsal hayatla baş edebilmemizi sağlayacak kesin bilginin temellerini aramaya koyulan Descartes için önemli olan husus, hem kendisini hiçbir surette aldatmayacak hem de her türlü bilgimizin metafizik temellerini oluştura bilecek olan açık ve seçik ilkeler bulmaktır.” S.138
Aydınlanma Düşüncesi
“Aydınlanma hareketinin en belirgin karakteristiklerinin başında, insan aklına duyulan katıksız güven ve desteğini büyük ölçüde bilimden alan ilerleme düşüncesi gelir. XVIII. yüzyılda İngiltere’de başlayan, daha sonra Fransa ve Almanya başta olmak üzere modern dünyanın hemen her yerinde yansımasını bulmuş olan Aydınlanma düşüncesi; insanı köleleştirip, tahakküm altına aldığı düşünülen hurafe, gelenek, mit gibi hususlara karşı aklî bir aydınlanma iddiasını ifade eder. İnsanlığı eski düzenden kurtarıp, daha iyi ve özgürleştirici olan aklın düzenine sokmak şeklinde tanımlanan Aydınlanma, her türlü felsefî ve toplumsal düzeni, akla ya da akılda somutlaşan ilkelere yaslama eğilimi olarak ele alınabilir. Aydınlanma çağı, akıl ve düşüncenin dünya ve topluma dair geleneksel anlayışların yıkılmasında bireyin en güçlü yetileri olarak görülüp devreye sokuldukları bir döneme işaret eder. Bu açıdan bakıldığında Aydınlanma, dinî ve mitolojik anlayışlara meydan okuyan bir karaktere sahiptir. Bu meydan okuyuşta akıl Aydınlanma için en önemli araç olmak durumundadır. Bu yüzden başta Fransa’dakiler olmak üzere, Aydınlanma düşünürlerinin tamamı insanın bütün problemlere sahip olduğu akıl sayesinde çözüm getirebileceği kanaatini sergilerler. Zira Aydınlanma düşüncesi açısından akıl, ahlâkî, dinî ve politik sorunlarda en yüksek başvuru kaynağı olduğundan, bütün inançları, kanunları, sanat eserlerini ve kutsal metinleri yargılama kriteri hükmünde olup, kendisinin herhangi bir kriter tarafından yargılanması söz konusu değildir. Kant da ‘Aydınlanma Nedir?’ adlı çalışmasında Aydınlanma’nın, akılla elde edilen olgunlaşmaya paralel olarak insanlığın içinde bulunduğu çocukluk durumundan kurtulmasına işaret ettiğini söyler:
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun sebebini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.” S.146
“Aydınlanma düşüncesinin bu gelenek içinde yer alan azımsanmayacak sayıda düşünürün benimsemiş olduğu doğalcı ve materyalist yaklaşım tarzının bir sonucu olarak, tanrının varlığını büsbütün yok sayan ateist bir paradigmayı da ihtiva ettiği söylenebilir. Gerçekten de Hıristiyanlık’la açık bir çatışma içerisinde olan Aydınlanmacı düşünürler, bilimsel dünya görüşünün gerektirdiği, kendi içinde kapalı, düzenli ve sistemli bir evren anlayışını benimsemiş oldukları için, kimi metafiziksel ilkelerle tanrı fikrini, bilimsel ve doğalcı bir yaklaşımla temellendirilmeleri mümkün olmadıkları gerekçesiyle inkâr etme cihetine gitmişlerdir.
Zira doğalcılık veya materyalizm açısından bakıldığında, doğal dünya içerisinde olup bitenleri doğal yollarla izah eden açıklama dışında hiçbir açıklama tarzının benimsenmesi mümkün değildir.” S.149
Modern Batı Düşüncesinin Temel Karakteristikleri
“Her ne kadar modern Batı düşüncesinin temel karakteristiklerinin neler olduğuna ilişkin farklı yaklaşımlar söz konusu olsa da, modern düşünceyi klasik Batı düşüncesinden ayıran birtakım özelliklerin olduğu söylenebilir. Her şeyden önce modern düşünce, rasyonalist ve öznenin merkeze alındığı bir düşünce tarzı olarak karşımıza çıkar. Onun rasyonalist boyutu, rasyonel düzenliliğe sahip bir dünya tasarımı üzerinde temellenir. Buna göre insan zihni, söz konusu düzenliliği keşfetmeye muktedirdir ve insan özünde rasyonel bir varlık olduğunu için, akıl insanî güçler düzeyinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir.” S.151
“Klasik düşünceden doğa anlayışı bakımından da ayrılan modern düşünce, üzerinde tefekkür edilecek bir tabiat anlayışından ziyade, insan tarafından yönetilecek bir doğa düşüncesine sahip olagelmiştir. Bu yüzden modern düşüncede, doğa konusunda materyalist ve matematikselleştirilebilir bir yaklaşım hâkim olur; evrenle ilgili açıklamalarda nihaî sebep ve ereksellik fikri reddedilirken, son derece realist ve olgucu bir yaklaşım tarzı benimsenir. Yine modern düşünce, bilimsel bilgi ve teknolojik birikimin bir sonucu olarak karşımıza çıkan, ilerlemeci bir tarih anlayışına veya insanlığın geleceğine yönelik son derece iyimser bir bakış açısına sahiptir. Söz konusu iyimserlik, insanî kapasitenin bireysel ve kolektif olarak ilerleyeceğine yönelik bir güven ve inancı ifade eder. Buna göre bilimsel ve teknolojik ilerlemeye paralel olarak ekonomik refah da artacak ve insanlar kendi tutkularını ve farklılıklarını aşabileceklerdir. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak politik özgürlük de artacaktır. Nitekim modern politik teori büyük ölçüde insanlığın doğal ve kurumsal baskılardan kurtulması ideali temelinde inşa edilmiştir. Bütün bu özelliklerini dikkate alarak, modern Batı düşüncesinin temel karakteristiklerini hümanizm, düalizm, ilerlemeci tarih anlayışı ve pozitivizm şeklinde ele almak mümkündür.” S.152
a) Hümanizm
“En genel anlamıyla hümanizm, hakikatin bilinmesinde referans noktası olarak insan aklının merkeze alınması anlamına gelir. Hümanizm kökenleri itibariyle antik döneme, sofistlere kadar geri götürülebilse de, zihinsel ve sosyal bir hareket olarak Rönesans düşüncesinde ortaya çıkmış, İtalya başta olmak üzere Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde sanat, edebiyat, bilgi ve şehir yaşamını kuşatır hale gelmiştir. Ortaçağ düşüncesinin insan varlığını baskı altına alması, bu dünyayı doğaüstü düşünceye müracaat etmek suretiyle, öte dünya lehine değersizleştirmesi ve bu dönemdeki feodal rejimlerin âdeta birey kavramını ortadan kaldıracak şekilde işlemesi, Rönesans diye nitelendirdiğimiz düşünceye vücut vermiştir. Söz konusu dönemle birlikte Ortaçağ düşüncesine bir tepki olarak, insanın merkeze alındığı Yunan ve Roma düşüncelerine, onları keşfedip yeniden ele geçirmek amacıyla bir geri dönüş hareketi baş göstermiştir.” S.153
“Hümanizm kavramındaki asıl dönüşüm, felsefe ve bilimdeki gelişmelere paralel olarak XVII. yüzyılda meydana gelmiştir. İnsanı merkeze alması bakımından Rönesans hümanizmiyle aynı karaktere sahip olmasına rağmen, modern seküler hümanizm, insan aklını ve bilimi yegâne referans noktası olarak alması, bundan dolayı da mistik ve estetik tecrübeleri geride bırakmak konusundaki ısrarı ile Rönesans hümanizminden ayrılır. Felsefe bakımından temellendirilmesini Descartes’ın düşünen özne anlayışında bulan modern felsefî hümanizm, insanı evrenin merkezine yerleştiren ve onu varlığın efendisi haline getiren bir perspektife işaret eder. Söz konusu hümanistik perspektifin en ayırıcı özelliği, ‘düşünen özne’ olarak insan aklına ve modern bilimin sınırsız iyimserliğine duyduğu koşulsuz bağlılıktır. En yetkin formunu Aydınlanma felsefesinde bulan hümanist bakış açısına göre insan, doğanın bir parçası olup devam edegelen uzun bir süreç sonunda zuhur etmiş bir varlıktır. Bu yüzden insanî değerler için herhangi bir kozmik veya doğaüstü ilkeye müracaat ihtiyacı olmaksızın, modern bilim tarafından resmedilen evren tablosu yeterlidir. Ahlâkî değerlerin kaynağı da insan tecrübesi olup hümanist bir ahlâk felsefesinin, hiçbir teolojik veya ideolojik tasdike ihtiyaç duymayan, özerk bir karaktere sahip olması gerekir. Bu açıdan bakıldığında modern seküler hümanizmin ilâhî rehberlik yerine insan zekâsına güvenmeyi salık verdiği söylenebilir.” S.154
“Modern bilimdeki evrim telakkisini benimseyen hümanist felsefeye göre, gittikçe yetkinleşen insan aklı, insanî tercihler alanında yegâne referans kaynağı olmak durumundadır. Bu yüzden insanın dünyayı anlamaya yönelik her türlü teşebbüsü, duyu verilerine ve onların zihinle anlaşılmasına bağlı olmalıdır.” S.155
b) Düalizm
“Modern Batı düşüncesinin hümanistik karakteriyle bağlantılı olan bir diğer özelliği ise ister varlık, ister bilgi, isterse etik veya politika alanları söz konusu olsun, düşüncenin birbirinden bağımsız olduğu düşünülen ikili karşıtlıklar ekseninde tesis edilmiş olmasıdır. Aslında bir bütün olarak Batı düşünce geleneğinde gözlemlenebilecek olan bu anlayışa göre, gerçeklik birbiriyle karşıtlık arzeden iki ayrı varlık alanından oluşur; hakikat ve bilgi de insanın bu varlık alanlarının mahiyetine uygun düşünüşünden kaynaklanır.” S.156
“Modern Batı düşüncesinde insan, varlık alanının merkezinde bulunan bir varlık olarak, kendi dışındaki mekanik yasalılığın hüküm sürdüğü gerçekliği temsil edip teorileştirmeye muktedir bir varlık konumuna yükseltilir. Dış dünya ise insan tarafından temsil edilmeye ve matematiksel yasalılığa bağlı olarak, barındırdığı sırları insana sunmaya hazır, el altındaki bir nesne statüsüne indirgenir. Bu açıdan bakıldığında, rasyonalist felsefelerde düalizm, düşünen öznenin merkezî konumu ile özne tarafından teorileştirilebilmeye açık nesne arasında yapılmış ayırımda karşılığını bulur.” S.157
c) İlerlemeci Tarih Anlayışı
“İlerleme düşüncesi Fransız Aydınlanma’sında somutlaşmış olup ilk defa Turgot tarafından dile getirilmiştir. Evrensel bir tarih kurgusuna sahip bu düşünce, bütün insanî düşünüm ve kazanımların, bilimdeki gelişmelere bağlı olarak ilerleyeceği inancına dayanır. Buna göre tarihteki her dönem daha önceki dönemlerin kurumların ortadan kaldırıp, eksikliklerini gidermekte ve daha önceki dönemlerin birikimlerini de içermektedir. Aydınlanma dönemiyle ortaya çıkmış olan ilerleme nosyonu açısından bakıldığında, bilginin birikimselliği sonucu ortaya çıkacak olan ilerleme, insanları daha ahlâklı, uygar ve mutlu bir yaşantıya kavuşturacaktır. Söz konusu anlayış modern tarih anlayışında da yansımasını bulmuş, tarihteki olumsuzlukların insanların elde ettiği bilimsel bilgi birikimine paralel olarak ortadan kalkacağına işaret eden bir tarih felsefesinin doğmasına sebebiyet vermiştir.” S.159
d) Pozitivizm
“Pozitivizm kavramı, tam teşekküllü bir felsefeye gönderme yapacak şekilde ilk defa Auguste Comte tarafından kullanılmıştır. Pozitivizm insan bilgisinin imkânlarının soruşturulup çözüme kavuşturulması anlamında epistemolojik bir anlayışı dile getirir.
Comte’un pozitivizmine göre, bilimin fonksiyonu, şeylerin niçin meydana geldiklerini izah etmek değil, şeylerin nasıl meydana geldiklerini genelleştirmek, mutlak gerçekliğin bilgisinden ziyade gerçekliği kontrol etme araçlarını sağlamak olmalıdır. Pozitivist felsefe açısından bilim, insanî tecrübeler arasındaki değişik ilişkileri yönetme ve özetleme noktasında insanî kullanıma açık bir araçtır. Bilim, dış dünyayı öngörebilmemizi ve açıklamamızı sağlayacak bir bilgi elde etme çabası olarak tanımlanabilir. Böyle bir bilginin elde edilmesi de, dış dünyadaki düzenli ilişkileri ifade edebileceğimiz oldukça genel teoriler inşa etmeyi zorunlu kılar. Söz konusu genel teoriler bizim, sistematik deney ve gözlem yoluyla keşfetmiş olduğumuz olayları, hem tahmin edilebilir hem de açıklanabilir hale getirmemizi sağlar. Bu yüzden pozitivist bilgi anlayışını savunanlar, rasyonalist felsefecilerin iddia ettikleri akla içkin bilgi imkânını reddederler ve dış dünyadaki düzenliliklerin ifade edildikleri doğru önermelerin olumsallığını vurgularlar. Böyle bir bilgi anlayışından hareketle pozitivizm, bize deneyim yoluyla kendisini sunmuş olanın arkasında veya ötesinde bir öz arayışına yönelik her teşebbüsü bilim dışı, anlamsız ve metafizikle dinin gerçekleşmesi imkânsız iddialarının tuzağına düşmüş bir teşebbüs olarak sunar.” S.166
e) Modern Ahlâk Düşüncesi
“Modern etiklerde ahlâk, ne İlkçağ ahlâk felsefelerinde olduğu gibi kozmolojik ne de Ortaçağ hıristiyan ahlâk felsefelerinde olduğu gibi teolojik bir temele sahiptir. Modern etikler ahlâkı, insanı aşkın bir alandan hareketle değil de, doğrudan doğruya insandan hareketle kavramlaştırdıkları için insan merkezli bir karaktere sahiptir. Söz konusu insan merkezlilik aşkın bir tanrı düşüncesini de dışarıda bıraktığı için, modern etikler aynı zamanda seküler bir karakter arzeder. Mahiyetleri bakımından ele alındığında modern etiklerin, birbirlerinden insanda neyin önemli olduğu sorusuna vermiş oldukları cevaplarla farklılaştığını söylemek mümkündür. Bu çerçevede, insanda belirleyici olan şey; rasyonalist etiklere göre akıl, sezgici ahlâk felsefelerine göre sezgi, doğalcı etiklere göre ise insanın sahip olduğu doğal arzulardır.”
f) Modern Politik Düşünce
“Modern politik düşünce de, insan ve birey merkezlidir. Hatta modern politik düşüncede politik değerlerin yanı sıra, devlet ve toplumun da, birey merkeze alınmak suretiyle tanımlandığı söylenebilir? İnsana aşkın değerler ve özellikle dinî değerler referans alınmadığı için, modern politik düşünce aynı zamanda seküler bir karaktere sahiptir. Ayrıca hem İlkçağ hem de Ortaçağ politik düşüncesinden farklı bir şekilde, bazı insanların diğer insanlardan doğal olarak üstün oldukları anlayışını ve bu anlayışın bir sonucu olan eşitsizlik üzerine kurulmuş adalet kavramlaştırmasını reddederek, bütün insanların özgürlüğünü ve eşitliğini vurgulayan bir anlayış üzerinde temellendirilmiştir.
Modern düşüncenin içermiş olduğu olgu-değer ayırımı, modern politik düşüncede de gözlemlenebilir. Modern bilim düşüncesinden esinlenen modern politik düşünürler, değer yargılarının öznel ve göreli olmalarından hareketle, toplumsal yaşamda değerler üzerinde bir mutabakata varmanın zor olduğunu kabul ederler. Bu düşünürlere göre, bireylerin farklı değerlere göre hareket edebilme anlamında özgür olmaları ve bu özgürlüklerin hukukla güvence altına alınması gerekir. Bundan dolayı modern hukuk düşüncesi (doğal hukuk), bütün bireylerin insan olmak bakımından doğal olarak eşit haklara sahip olduklarını var sayar. Söz konusu hakların cisimleşmesi ve kurumlaşması ise hukuk devleti ile gerçekleşir. Hakların korunduğu hukuk devleti, içerisinde farklı yaşam tarzlarının var olabilmesine, bireylerin farklı değerlere, farklı iyi yaşam tercihlerine göre yaşayabilmelerine yani özgür olabilmelerine imkân verdiği için çoğulcu bir toplumun varlık koşulunu oluşturur.
Modern politik düşüncede birey ön planda olduğu için devlet ve toplum da birey üzerinde temellendirilir. Bu temellendirmenin örneği ise toplum sözleşmesi teorisidir. Bu teoriye göre toplum ve devlet birey için vardır, bireylerin iradelerinin ürünüdür. Birey, toplum ve devletten önce geldiği için, devlet ve toplumun birey için araçsal bir değeri söz konusudur. Örneğin devlet ve toplum, Hobbes’a göre bireylerin yaşamlarının güvence altına alınması, Locke’a göre ise doğal hukuktan kaynaklanan bireysel hakların korunması için toplum sözleşmesi yoluyla yaratılmıştır.
Modern politik düşüncede, yine birey merkez alındığı için ortak yaşamı düzenleyen kuralların da, bireylerin katılımı yoluyla belirlenmesinin önemli olduğu kabul edilir yani yönetim biçimi olarak demokrasi düşüncesi ön plana çıkar. Modern toplum, ölçek olarak büyük olduğu için modern toplumsal yaşamda geçerli olan demokrasi türü temsilî demokrasidir. Rousseau gibi birtakım modern düşünürler tarafından katılımı ihmal ettiği gerekçesiyle eleştirilse de, modern politik düşüncedeki ağırlıklı görüş, temsili demokrasi düşüncesi olmuştur. Bu noktada, başkaca faktörlerin yanı sıra temsilî olma niteliğinin ve çoğulculuğun, modern demokrasileri Antik Yunan demokrasisinden ayıran önemli hususlar olduğu söylenebilir.” S.172
İlk bölümde klasik, ikinci bölümde modern ve üçüncü bölümde çağdaş “Batı Düşüncesi”nin incelendiği eser, Kasım Küçükalp tarafından hocası Ahmet Cevizci gözetiminde kaleme alınmıştır.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 342 / Mayıs 2019
Günün önemli haber ve videoları WhatsApp kutunuzda! Telefon numaranızı yazın, hemen abone olun...
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
İmsak | 06:06 | ||
Güneş | 07:33 | ||
Öğle | 12:39 | ||
İkindi | 15:13 | ||
Akşam | 17:35 | ||
Yatsı | 18:58 |