DOLAR
34,26 +0.18
EURO
37,17 +1.10
ALTIN
2.972,21 +1.60
BIST
8.946 +0.95
BITCOIN
75.720 +2.07
12

Sesinin Tınısı Olan Aydınımız Az

"Türkiye’de üniversite tarihi eskiden beri hep tasfiye tarihi ve bu tasfiyeler içeride kalanları biraz daha tedbirli yapıyor."

EĞİTİM 17.07.2020, 22:53 17.07.2020, 23:36
Sesinin Tınısı Olan Aydınımız Az

Cumhuriyet dönemi Türk düşünce hayatına en hâkim isimlerden Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı ile gerçekleştirdiğimiz ve ilk bölümünü yayımladığımız söyleşinin ikinci bölümünü siz okurlarımıza sunuyoruz. Prof. Kayalı, ilk bölümde odaklandığı Türk sosyoloji ve akademi dünyasına yönelik düşüncelerini edebiyat ve sinema alanıyla genişleterek, çarpıcı tespit ve eleştirilerini sürdürüyor.

KURTULUŞ KAYALI / 6 NİSAN 2020

PERSPEKTİF: Hocam, düşünce hayatımızın eski dönemlerine baktığımız zaman bir sürü gelenekten, Türk düşünce yapısını etkileyen belli ekoller ve belli aktörlerden bahsedebiliyoruz. Bu durum bugün de devam ediyor mu? Bugünkü düşünce dünyasını etkileyen belli eğilimler, kürsüler, aktörler var mı?

Her dönem yeni bir milat çizgisi çizersen olacağı bu: Köksüzlük. Soruya bugünün entelektüelinin hangi yerli düşünsel dayanağa yaslandığı düşünüldüğü zaman doğru cevap verilebilir. Zaten seksenler ve doksanlardan sonra eğilim farklılaştı. Altmışlarda yoğun bir biçimde, bir kısmı geniş bir tarzda bir kısmı dar bir tarzda olmak üzere, solun içinde Osmanlı tartışması olmuş. Mesela Hikmet Kıvılcımlı da bütün temel metinlerini o dönemde yazmış.

P: Bugün de Ortadoğu var, Batılı ilişkilerimiz var, küresel trend var. Niye bunları tartışmıyoruz?

Küresel trendi bugün de biraz tartışıyorlar. Ancak eski dönemde Türkiye’nin çevresiyle de çok fazla ilgisi yoktu; bütün hikâye, Osmanlı’ya da biraz mesafeli baktığın takdirde Misak-ı Milli sınırları çerçevesindeydi. O dönemde Ortadoğu’ya bakan iki adam var: birisi Niyazi Berkes, diğeri Kemal Karpat. Onların o dönemde Ortadoğu düşüncesi üzerine metinleri var. Berkes’in üç temel kitabının ana ekseni zaten Osmanlı. Türkiye’de Çağdaşlaşma’da, Türk Düşününde Batı Sorunu’nda ve Türkiye İktisat Tarihi’nde Cumhuriyet yok. Bu adam asıl söylemeye çalıştığı şeyi Cumhuriyet üzerine söylüyor ve bunu temellendirmeye çalışıyor. Baktığın zaman, o dönemin sol entelektüelleri arasında geçmişe dönük ilgi çok sınırlı bir kesimde de olsa, yoğun bir tarzda var. Mesela bugün de geçmişe dönük ilgi var ama bugünkü ilgi daha mikro alanlara yönelik. Adamlar o dönemin bugüne etkisinin farkında. Şimdikilerde öyle bir eğilim yok.

P: Genç tarihçilerin, sosyologların yazdıklarına bakıyorsunuz; ürettikleri metinler, konusu ne olursa olsun, aynı özne tarafından yazılıyormuş gibi. Orada belirleyici olan bir tür söylem var. “1990’dan sonra” diyerek anlatmaya çalıştığınız şey çerçevesinde, “söz artık söyleme devredilmiş durumda.” Her özne söylediği sözü artık o söylemin içinde dile getirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bilgilenme biçiminin, sözün, bireysel kaygıların taşıdığı önem azaldı. Buna katılır mısınız?

Bu, demin söylediğim hikâyeyle de ilgili. Mesela bugün herkes konuşurken, “Bourdieu” diye konuşuyor. Dün “Foucault” diye konuşuyordu. Daha evvel “Althusser” diye konuşuyordu. Saffet Murat Tura’nın, Althusser’in Türkiye macerasıyla ilgili bir yazısı var: “Althusser’in en önemli iki kitabı: Kapitali Okumak ve Marx İçin. Türkiye’de herkes Althusser lafı ediyordu ama bu iki kitap henüz Türkçede yoktu. Çok net hatırlıyorum, ilk defa yetmişli yılların ortalarında iki kitabı çıktı. Biri Lenin ve Felsefe, diğeri İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İnsanlar sürekli oraya gönderme yapıyorlardı.

Foucault’ya baktığın zaman, her tür iktidara, acayip tepki gösteren biri. Türkiye’de Foucault diyen adamlar hem genel anlamda iktidara hem de mikro iktidara teslim olmuş insanlar. Türkiye’de belki en az okunan Edward Said, Entelektüel kitabında, “Entelektüel marjinal olur, devletle problemli olur. Entelektüel dediğin adamın kendi sesinin tınısı olur, sözünde kendi düşünsel damgası olur” diyor ve dünyadan Russell ve Sartre’ı örnek veriyor.

Şimdi baktığın zaman Türkiye’de kendi sesinin tınısı olan insan sayısı olağanüstü sınırlı. Murat Belge ve İsmet Özel’de o tınıyı kısmen görüyorsun. İsmet Özel biraz daha eleştirel baktığı için. Birikim’in yerlilik sayısı, Cogito’nun yerlilik sayısı, Hece’nin yerlilik sayısı. Bu üç özel sayı dönemin özelliğine bariz bir biçimde uymuş olan metinler içeriyor. Yerlilik üzerinde odaklaşırken milliyetçiliği köklü bir biçimde eleştiriyorlar. Murat Belge hiç değilse rakı konusunda şeksiz şüphesiz milliyetçi. Öbürleri Türkiye’yle bağdaşık şeyi de söylüyorlar.

Bana göre İsmet Özel’in en ilginç metinlerinden biri Waldo Sen Neden Burada Değilsin, çünkü kendi hayat hikâyesi çerçevesinde, 1944’ten yazıldığı zamana kadar, arka planda bir Türkiye tarihi var. Mesela Murat Belge’nin son dönemde yazdığı hemen hemen her şey anı anlatmak düzeyinde gelişiyor ve bir tür eski dönemde yazdığı tarzın içinde yer almayıp resmen deneme yazıyor. Bir özellik, metinde adeta yazarın silinmesi son dönemde kendini çok daha net bir biçimde gösteriyor.


“TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTENİN TARİHİ ‘TASFİYE TARİHİ’DİR”

P: Son dönem üniversitenin akademik üretim performans kriterleri, öğrenci seçme kriterleri, kurumsal hâliyle hem akademik üretime hem üniversite eğitimine dair gözlemleriniz ne?

Üniversite de buna paralel olarak değişti. Doksanlı yıllardan itibaren üniversitede yabancı dilde metin yazma acayip teşvik edilmeye başlandı. Türkiye’de insanlar yabancı dilde metin yazmaya, yazdırmaya özendiriliyor. Anadolu’nun en muhafazakâr üniversitelerinde bile bu böyle. Bunu sadece bu döneme has olarak düşünmenin de mantığı yok. Bu hikâye Türkiye’de 28 Şubat sürecinde de, bu dönemde de böyle. Yabancı dilde eğitim hikâyesinin getirdiği bir sakatlık var. “On ayrı Türkçe metin yazmaktan ziyade yabancı dilde tek bir metin yazmak daha evladır” gözüyle bakılıyor. Daha vahim olanı da akademik teşvik hikâyesi. Türkiye’de üretimin niceliği öne çıkarılmaya başlandı. Daha evvelki dönemde de akademik yükseltmeler bunu öne çıkarmaya başladı. Akademisyene, “Yabancı dil bil, başka bir şey bilmene gerek yok”, ikinci olarak da, “Mümkün olduğu kadar fazla üret” demek anlamına gelir bu. Bir de yaptığın şeyler çeşitlensin. Akademisyen dediğin bir adamın, illa proje yapacağım diye bir meselesi olmaması lazım. Ama teşvik hikâyesi insanları projeye yöneltti.

Bir de Türkiye’de her dönemde üniversiteye alınan insanlar o dönemin koşullarıyla belirlenmiş olan insanlardır. Mesela doksanlı yıllarda İslami-muhafazakâr bir insan bazı üniversitelere yırtınsa giremezdi. Bu dönemde de İslami-muhafazakâr, milliyetçi olmayan bir insan yırtınsa üniversiteye giremez. Böyle bir hikâye olamaz. Üniversitenin değişik dönemlerde hâliyle biraz esnek olması lazım ama olaya baktığın zaman bir başka şey söz konusu. Her dönemin şartları var. Alacaksan bu tarz bir adam al ama o işi hakikaten yapabilecek, akademisyenlik yapabilecek bir adam olsun. O fikirde olsun ama kaliteli olsun. Akademisyenlerin biraz farklı insanla oldum olası problemi var. Akademide insan alırken, bu kişinin bilgili mi, kişilikli mi olup olmadığına bakılmıyor. Bakan insan sayısı olağanüstü az. İnsanların sorduğu temel soru, “Bu uyumlu mu?” sorusu oluyor.

O bakımdan üniversitenin Türkiye’de her dönem problemi var. Bu her üniversite için geçerli. Niceliğe bakılıyor. Adam 15 akademik metin yazar ama bir başkası 20 sayfalık bir metin yazar ve bu metin onların toplamından daha niteliklidir. İnsanlar, “Benim şu kadar puanım var” diyor. Ona nicel olarak bakıyorlar. Bir de üniversitenin farklı insanlara tahammül etmesi lazım. Üniversite başka türlü şekillenmez. Belli dönemlere baktığın zaman üniversitede öteki olmuş insanlar var.

Türkiye’de üniversite tarihi eskiden beri hep tasfiye tarihi ve bu tasfiyeler içeride kalanları biraz daha tedbirli yapıyor. İcabında içeride olanlar tolere edilebilecek fikirleri söyleyecekler, fakat onların tolere edilemeyeceğini düşünüyorlar. O zaman da söylemiyorlar. Otosansür her şeyden daha radikal sansürdür. Yabancı dilde metin yazmayı teşvik etmek de hem otosansürü hem de dışarıya yönelik ilgiyi teşvik etmektir. Bak “Buradan Okuyorum!”

Bunu doksanlı yılların sonlarında söyledim. Ankara Üniversitesi rektörü “Dünyada nereye geldik?” diye konuşuyordu. Dünyada bir yere gelmedik ve zaten bunun ölçütü bu mu? “Siz bu tür metinleri yazanların ne yazdıklarını hiç biliyor musunuz?” diye sordum. Çünkü o dönemde yurtdışında doktora yapan insanlar, 80’li ve 90’lı yıllarda iki konuda çalışma yapıyorlardı: biri etnik konu, ikincisi de İslam konusu. 28 Şubat koşullarında üniversite yönetimini zıplatacak iki konu bu. Ama sen, “Biz dünya sıralamasında şuraya gittik” diyorsun.

Mesela Emin Alper film çeviriyor, bir de doktora tezi var. Emin Alper’in doktora tezinin kapağında, kendi hayat hikâyesini anlatırken bu üç filminin uluslararası başarısı var. O dönemden sonra hikâye dışa açılış olarak kendini gösteriyor ve aslında baktığın zaman, Türkiye içinde olup daha teorik mahiyette metin yazanlar, Türkiye dışında olup Türkiye’nin somut problemleriyle ilgili metin yazanlara göre daha sağlıklı bir şey yapıyorlar. Doksanlı yılların ortalarından itibaren yurtdışında yapılan doktoralara baktığınız zaman o eğilimi görürsünüz. Hatta ODTÜ Sosyoloji’ye, Boğaziçi Sosyal Bilimler’e baktığınız zaman o dönemlerde bu iki alanda yapılmış çalışmaların yoğunluğunu görmeniz mümkün. Muhtemelen o dönemde yurtdışına öğrenci gönderme bariz biçimde farklılaştı. Yeni dönemde İslamcı-muhafazakârların yurtdışı doktoraları daha fazla, eskiden ise sol tandanslı insanların yurtdışı doktoraları daha fazlaydı.

“SİNEMA VE EDEBİYATTAKİ ÜRETİMLERİMİZ AKADEMİDEN DAHA ÖNDE”

P: Nuri Bilge Ceylan’ın son dönem filmleri Bir Zamanlar Anadolu’da, Ahlat Ağacı ve Kış Uykusu’nu nasıl buluyorsunuz? Zeki Demirkubuz, Emin Alper örnekleri de var. Türkiye üzerine düşünme ve Türkiye’de olup biten bir şeyi anlatmaya yönelik başka bir dikkat de var.

Emin Alper’in bir konuşması var: “Ben dünyaya bakıyorum. Benim hedef kitlem dünya.” diyor ve bunu son filmi Kız Kardeşler üzerine konuşurken söylüyor. Nuri Bilge Ceylan zaten bütünüyle öyle. Nuri Bilge Ceylan’ın iki dönemine bakmak mümkün. İlk amatör döneminde bir parlaklık oldu. Bir Zamanlar Anadolu’da filminden sonra ise farklılaşması söz konusu. Daha önceki dönemde iç piyasaya yönelik bir derdi yok. Bir Zamanlar Anadolu’da filmine kadar Türkiye’de ismi olan insanları oynatmadı. Son filmlerinin hepsinde ise star oyuncular var ve bu filmler Türkiye’de daha çok ilgi çekmeye başladı. Nuri Bilge Ceylan’ın çıktığı yer ile geldiği yer arasında bariz bir fark var. Bana göre Nuri Bilge Ceylan’ın en önemli filmi, son çektiği Ahlat Ağacı. AhlatAğacı’nda taşraya çok daha sıcak yaklaşıyor. Oradaki insanların kendi hikâyelerini eleştirmeden anlatıyor. Lütfi Akad’ın dediği gibi reçete getirmeyip “marazı teşrih ediyor.”

P: İlk dönemde çektiği filmlere baktığınız zaman, orada Nuri Bilge Ceylan’ın esas aktörünün kamerası olduğunu düşünüyorsunuz. Oradaki durgun, eylemsiz bakışın aslında o bakış olduğunu görüyorsunuz ve o bakışın daha Batı’ya yönelik olduğunu düşünüyorsunuz. Sanki o zaman Batı’ya, Batılı bakışa seslenmeyi daha çok amaçlıyordu.

Hâlâ Batı’ya beğendirme hevesi var. Türkiye’de son dönemde akademi alanında ne geliştiyse sinema alanında da o gelişiyor. Tabiî Batı’ya karşı takım elbise, kravat, Türkiye’de ise rahatta duruyor.

P: Pazar ilişkisi gibi farklı kıstaslar var. Çok da merhametsizce eleştirmeyelim.

Elbette ama öbür türlü Türkiye pazarı da adamı cazip kılıyor. Sinema yazarları Nuri Bilge’ye verdikleri desteğin onda birini Metin Erksan’a, Lütfi Akad’a vermedi. Türkiye’de iki tür seyirci var: Birisi buraya, diğeri dünyaya bakıyor. Bu her dönemde olmuş. Nuri Bilge Ceylan’ın son üç filminde de ismi olan oyuncular var ve üçünde de sahici hikâye var. Biri orada yaşamış bir doktorun hikâyesi. AhlatAğacı’nda da hakikaten insanı çarpan bir şey var. Doğu Demirkol’un oynadığı o amatör yazar ile profesyonel yazarın tartışması olağanüstü sahici. Orada, diğer iki filmde görülmeyen bir sahicilik söz konusu. Babasıyla ilişkisi olağanüstü gerçekçi. Bir de adamı çok iyi oynatmış. Murat Cemcir’in öbür filmlerine baktığın zaman, “Oyuncu çıkmaz” diye düşünüyorsun.

P: Son dönem filmlerinde alt metinde Rus edebiyatı, Puşkin, Dostoyevski, yani daha evrensel bir şey var. Ama son filmlerinden yola çıkıp saatlerce Türkiye gerçekliği üzerine de konuşabiliriz. Kış Uykusu’nu da Türkiye’de sosyal demokrasinin çıkmazı gibi gördüm.

Belki son filminden yola çıkıp konuşabiliriz. Kış Uykusu filmi diyaloğa yaslanan bir film. Sandalyeyi alıp, ters çevirsen ve filme arkanı dönüp seyretsen yine anlarsın. Bütünüyle diyalog üzerine oluşturulmuş. Ama bana en çarpıcı gelen şey o taşra hikâyesi. Adamın kafasını taktığı şey taşra. Türkiye gerçeği söz konusu olduğu zaman, Yüksel Aksu’nun filmlerinde de Türkiye gerçeği çok merkezî bir tarzda görülüyor. Hakeza Gülse Birsel’in Aile Arasında filminde de Türkiye gerçekliği çok bariz bir biçimde var. Hatta geçmiş döneme dönük olarak da var. Bu filmler Türkiye’nin yapılagelen sinemasında farklı filmler.

P: Sinemada olup bitenler, edebiyatta ya da akademide olup bitenlerden daha mı iyi bir yerde? Bu şekilde bakabilir miyiz?

Sinemada ve bazı edebiyat metinlerinde olup bitenler, akademidekilerden daha önemli ve daha iyi bir yerde. Çünkü ne kadar teğet geçsen de, kültürel boyut ister istemez gündeme giriyor sinema ve edebiyatta.

“AKADEMİK METİNLERDE TÜRKİYE'DE YAŞANMIŞLIK YOK”

P: Edebiyat derken kimi kastediyorsunuz?

Mesela Türkiye’de taşra üzerine çok hoş metinler var. Ercan Kesal’ın Peri Gazozu, bariz otobiyografik unsurlar taşısa da, taşra gerçeğini çok canlı bir biçimde anlatıyor. Yozgat’ı anlatan Mustafa Çiftçi’nin yazdığı şeyler de taşrayı olağanüstü gerçekçi bir biçimde veriyor. Hasan Ali Toptaş’ın da sıra dışı bir metni var: Kuşlar Yasına Gider. Orada da taşra bütün canlılığıyla veriliyor. Bunlar bariz bir biçimde yaşanmışlıktan geliyor. Bunların Türkiye’de edebiyatta köken olarak yaslandıkları şey, çok net bir biçimde Orhan Kemal metinleri. Orhan Kemal’in metinlerinde Türkiye fotoğrafı net bir biçimde ortaya çıkıyor.

Akademik metinlerde Türkiye’de yaşanmışlıktan kaynaklanan bir şey yok ama edebi metinlerde ve sinemada Türkiye’de yaşanmışlığın getirdiği bir iç içe geçmiş olma hâli var. Mesela Türkiye’de muhafazakârlar olağanüstü alıngan. Yüksel Aksu’nun Dondurmam Gaymak filminde bir sahne var: Orada küçük çocuklar müezzine cinsellikle alakalı soru soruyor. İnsan muhafazakârları iyice sinirlendirecek diye ürküyor. Sonra bakıyorsun, adamın geçmişinde müezzinlik var. Oradan olayı dengeleyebiliyor.

Türkiye’de akademisyenlerin hayatı, özellikle de “beyaz Türk” ise, çok renksiz, çok bir örnek. Türkiye’de sosyoloji yaptıklarının farkında değiller. Örneğin ODTÜ’de bu bilinçte tek akademisyen Elizabeth Özdalga. Bir metni bunu kanıtlayabilecek nitelikte: Türkiye’de Sosyolog Olmak (1989). Diğerlerinin hayatı ise çok daha renkli ve Türkiye’ye temas etmiş. Hayatın kendisinden gelen bir çerçeve var.

Sinema üzerine yazmaya ilk defa Mübeccel Kıray’dan ders alırken karar vermiştim. Gelin, Düğün, Diyet üçlemesinin çevrildiği dönemdi. Kent sosyolojisi dersi alıyorduk, Mübeccel Kıray, Örgütleşmeyen Kent: İzmir çalışmasını anlatıyordu. O filmlerde kentleşme çok daha bariz bir biçimde var. Ömer Lütfi Akad sinemaya girdiği 1949’dan, 50’li yılların başlarından itibaren bu insanların İstanbul’a neden geldiğini çekmek istemiş. Öncelikle denemiş, yazılan senaryoyu beğenmemiş. Sinema hayatının son döneminde de böyle bir fırsat çıkmış ve bu filmleri çekmiş. O adamların kendi dönemlerinin akademisyenlerine göre tarihle ilgileri çok daha fazla. Gündelik hayatla ilgileri çok daha fazla. Bu, edebiyatçılar için de söz konusu. Bunların içinde en barizi Kemal Tahir. Kemal Tahir; Sencer Divitçioğlu ve Selahattin Hilav gibi önemli entelektüelleri etkilemiş.

Türkiye’de edebiyat geleneğinde bir entelektüellik var. Halit Refiğ’e, Metin Erksan’a, Lütfi Akad’a baktığınız zaman, onların entelektüel arka planları var. Metin Erksan, Dokuz Dağın Efesi’ni çekerken, Osmanlı son dönemi üzerine uzun bir metin yazıyor. Son dönem sinemacılar, fazlasıyla o entelektüellikten sıyrılmış insanlar. O tür bir entelektüel arka planları yok. Ne Zeki Demirkubuz’da ne Nuri Bilge’de var. Metin Erksan’la, Lütfi Akad’la, aykırı şeyler söylese de Halit Refiğ’le onları karşılaştırmak, mümkün değil. Onların tarzı başkaydı. Bir insanın o dönemde Osmanlı’ya dair bir film çekmeye kalkması bambaşka bir şey. Bu insanların o dönemde insanlara mesafeli durması, Türkiye’nin genel entelektüel atmosferine tepki vermesi o kadar kolay değil.

Türkiye’de zaten akademisyenler kendilerini en iyi zanneder. Edebiyatçıların çoğu akademisyenlerin karşısında biraz daha eziktir, daha ikinci sınıf entelektüeldir. Sinemacılar için yaygın kanı, edebiyatçılardan daha ikinci sınıf oldukları üzerinedir. Güya karikatüristler daha cahildir. Behiç Ak’ın bazı karikatürleri bir kitap gibi yoğun düşünce içerir. Türkiye’de bu bir biçimde yaygınlaşmış bir kanaat. Burada en dik kafalı adam Metin Erksan. Bunun en güzel göstergesi de 1974’te Beş Hikâye’yi çekmesidir. Bu filmleri çekince Türkiye birbirine girdi. Sağdan gelen eleştiriden daha fazlası soldan geldi. Erksan, “Kemal Tahir sonrası Türk edebiyatı kese kâğıdıdır” diyor. Bir sinemacının edebiyat konusunda böyle bir yargıda bulunması olağanüstü cüretkârane bir şeydir ve adamın akademisyenler hakkında söylediği laflar da bundan geri kalan laflar değildir.

P: Sol eleştiri kaprisi diye bir şeyi kavramsallaştırmak gerekirse, mesela İdris Küçükömer’i eleştiren insanların büyük bir kısmı onu sol adına eleştiriyor. Metin Erksan’ı eleştirenler de daha çok soldan oluyor. Günümüzde Murat Belge de soldan eleştiriliyor. Bu konuda ne söyleyebilirsiniz?

Soldan Metin Erksan’ı eleştirenler safiyane Metin Erksan’ı solcu zannediyorlar. Onun yazdığı düşünsel metinleri zinhar okumamışlar. Soldan Metin Erksan’ı eleştirenler hiçbir zaman hiçbir biçimde Yücel Çakmaklı’yı Metin Erksan kadar eleştirmiyorlar. Böyle farklı bir durum da var. İdris Küçükömer’in solculuğu ile liberal solcuların solculuğu çok farklı.

P: Sadece Kemal Tahir’e yönelen eleştirileri düşünün.

Zaten Türkiye’de bu hikâye 1980-90’dan sonra olağanüstü yaygınlaşmaya başladı. Bütün mecra buradan kaynaklanıyor. Türkiye’de dört isimden söz ederek bunu algılamak mümkün: birisi Cemil Meriç, ikincisi Şerif Mardin, üçüncüsü Kemal Tahir, dördüncüsü İdris Küçükömer. İletişim Yayınları Cemil Meriç ve Şerif Mardin metinlerini olağanüstü keyifle yayımladı ve Türkiye’de o dönem, sosyal bilimcilerin idolü Şerif Mardin olmaya başladı. Oradaki yönelim sonrasında Türkiye’de bir sürü küçük Şerif Mardin belirdi. Kemal Tahir ve İdris Küçükömer, İletişim tarafından hiç yayımlanmadı. İdris Küçükömer’i şimdi ancak Profil yayımlıyor. Daha önce Bağlam, Alan, Ant yayımlamıştı. İletişim’in Kemal Tahir yayımladığını Murat Belge rüyasında görse kâbus görüyorum zanneder. Böyle bir hikâye olabilemez.

Bunların temel özelliklerine baktığımız zaman da, Cemil Meriç’in Batılı figürlere, Batı literatürüne eklemlenme olanakları çok daha fazla. Şerif Mardin’inki biraz daha, öbürlerininki çok daha zayıf. Cemil Meriç de, İdris Küçükömer de, bu dördü de itilmiş insanlar. 1985’ten önce İletişim, Şerif Mardin ve Cemil Meriç yayımlamazdı. Cemil Meriç’i Türkiye’de sağda olanlar vaktiyle Ötüken’den okumuştur. Ama solda olanlar İletişim’den okumuş insanlar. Hakeza Şerif Mardin’in çalışmaları İletişim’den önce İş Bankası ve Siyasal Bilgiler Fakültesi yayınlarıydı. Ayrıca makaleleri de derlenip toplanmış metinler değildi. Bu metinleri derleyen Mümtaz’erTürköne ve Tuncay Önder de İletişim’in içinden insanlar değil. İnsanlar Şerif Mardin’i fark etti. Şerif Mardin’in, “Türkiye’de mahalle baskısı olabilir” demesi, İslamcı-muhafazakârların Şerif Mardin’i silmesine neden oldu.

İletişim çevresinden de, Şerif Mardin’in ölümünden sonra yazılmış yazı yok denecek kadar az. Çünkü Şerif Mardin’in ölümü biraz geç olduğu için, Türkiye’nin sol liberalleri tarafından AK Parti’nin düşünsel temellerini Şerif Mardin’in attığı, AK Parti’yi meşrulaştırdığı tarzında oluşturulan bir kanaat bunu getirdi. 1985’te adamı Türkiye’nin baş akademisyeni olarak görüyorsun, öldüğü zaman da değersiz kılıyorsun. Tıpkı Halil Berktay’ın 1986’da Halil İnalcık’la baş tarihçi diye matrak geçmesinden bir beş-altı yıl sonra onu Türkiye’nin en gelişkin, dünyaya açılan tarihçisi olarak nitelemesi gibi.

Türkiye’de Şerif Mardin’in hakikaten sahici bir yanı var. Belki daha sahicisi İdris Küçükömer ama o da bunların nazarında yeni döneme pek uygun değil. Türkiye’de Kemal Tahir’e de, İdris Küçükömer’e de kendini sol-liberal diye niteleyen insanların olumlu yaklaşımı, İslamcı-muhafazakârların olumlu yaklaşımından çok daha az oldu.

"GEÇMİŞ DÜŞÜNSEL BİRİKİME YASLANMADAN TIKANIKLIĞI AŞAMAYIZ"

P: Gelecekle ilgili bir iki şey söyler misiniz? Düşünsel serüven itibarıyla…

Düşünsel serüven itibarıyla bir tıkanma söz konusu. Eskiye yaslanmadan bunun aşılması mümkün değil. Bir de Türkiye’de son dönemde yayın patlaması nedeniyle yayın hayatını takip etmek mümkün değil. Bu yayın bolluğu içerisinde iyi bir kitapla buluşmak mümkün değil.

Bana göre hikâyenin özeti şu: Geçmişe eleştirel bir biçimde yaslanmadan, Türkiye’nin geçmiş düşünsel birikimini eleştirel bir çerçevede gözden geçirip, olumlu noktalarına yaslanmadan, Türkiye’de Batılı düşüncelere itirazı hepten reddederek yaklaşma eğilimini aşmadan, Türkiye’den bu alanda ne köy olur ne kasaba. O metinlerin Türkiye üzerine ne dediğinin anlaşılması lazım. Türkiye’de Batılı mehazlara yaslanarak metin yazan insanların önemlice bir kesimi söyledikleri şeyin Türkiye’de ne anlama geldiğinin bariz bir biçimde farkında değiller. Bunun en basit örneklerinden biri, Toplum ve Bilim dergisinin çok net bir biçimde, bir gecede yayın kurulunu değiştirmesiydi. Bütün hikâye de şuydu: Türkiye’de ne söylediğinin farkında olmayan, Birikim’de yazan bir akademisyen, Birikim’in aslî unsurlarından bir kişiyle orada özgürce tartıştığını zannediyordu. Ve bu özgürce tartışma hikâyeyi bitirdi. Demek ki adam o dönemde bunların söylediklerinin neye tekabül ettiğinin hiç farkında değildi. Bu tür insanlarda Türkiye gerçekliğine dair bariz bir biçimde körlük var.

P: Ve bu körlüğün aşılması gerektiğini düşünüyorsunuz.

Bu körlüğün aşılması lazım. Bu körlüğü bir kısım insanların aşması o kadar kolay değil. Bu körlüğün katlanarak devam etme ihtimali, aşılma ihtimalinden daha fazla gibi görünüyor. Çünkü Türkiye’de yayın hayatı ve akademik hayat aynı mecrada seyrediyor. Üstad Tarık Buğra’nın bambaşka bir şeyden bahsederken söyledikleri bunlara cuk oturuyor: “Öğreniyor, kapıyor, benzetiyor ama ne kendine mal edebiliyor ne de kendinden bir şeyler katabiliyordu. Sahnedeki başarısı şekil, yapı ve görünüş üstünlüğünden gelmişti.”

Kaynak: https://www.perspektif.online/tr/roportaj/sesinin-tinisi-olan-aydinimiz-az.html

Yorumlar (0)
Yorum yapabilmek için lütfen üye girişi yapınız!
Günün Karikatürü Tümü

Günün önemli haber ve videoları WhatsApp kutunuzda! Telefon numaranızı yazın, hemen abone olun...

12
az bulutlu
Puan Durumu
Takımlar O P
Takımlar O P
Takımlar O P
Takımlar O P
Namaz Vakti 07 Kasım 2024
İmsak 05:52
Güneş 07:18
Öğle 12:37
İkindi 15:22
Akşam 17:47
Yatsı 19:07

Gelişmelerden Haberdar Olun

@