Akşam olmuştu artık. Aslında tanırsınız bizim fırıncıyı...Yavuz, fırında çalışan bir ekmekçiydi. Her sabah işe en erken O gelir, işyerine girer girmez fırını çalıştırır ve en son işi O bırakırdı. İşinde titiz, mahir, hakka hukuka riayet eden, merhametli bir mahalle sakiniydi. Sosyal ilişkileri kuvvetli ve çok da yardımseverdi.
O akşam, iş yerinden çıkmadan evvel fırını temizlemek için mesaiye kaldı. Marketten dönen çalışma arkadaşı Mesut, dükkânın kapısını, ışıkları ve büyük ekmek fırınının kapağını açık görünce, “Hay Allah, Yavuz unutup çıkmış̧ olmalı” diyerek fırın kapağını ve ışıkları kapatıp, dükkânı kilitleyerek oradan ayrılmıştı.
Fırının içinde, zifiri karanlığın ortasında kalakalmıştı Yavuz. Fırının kapısını tekmeleyerek sesini duyurmak istemişti, ama çok geçti artık.
Kara dokunuşların içinde, kendisini bile fark edemeyecek bir ıssız boşluktaydı sanki bedeni. Korkuya kapılmıştı, ellerindeki titremeyi bile göremeyen iki gözdü artık gözleri... Gören gözler miydi ki? Her hücresinde hissettiği ürperti neyin nesiydi o vakit? Nasıl hissediyordu bu denli? Gözünün önüne bir film şeridi gibi bütün hayatı gelivermişti.
Eşi ve üç çocuğu onun eve dönmediğini görünce ne olacaktı? Hiç alışık değillerdi ki... Hiçbir akşam yemeğini ayrı yemezlerdi bu zamana değin... Ya dün yedikleri yemeğin son yemekleri olabileceği fikri? Sabah küçük oğluna son sarılışı, akşam çocuklarıyla son gülüşü müydü peki? Aman Allah’ım! 3 çocukla eşi ne yapabilirdi? Nasıl devam ettirirlerdi hayatlarını onsuz? En büyüğü dokuz, diğeri yedi, en küçüğü iki yaşında olan çocukları, bir daha “babam” diyerek karşılayamayacaklar mıydı yani? Aklına düştüğü anda ürpermiş, çaresizliğin acı yüzüyle karşı karşıya kalmıştı besbelli...
Ekmek fırını, sanki bir mezarın içi olmuştu artık Yavuz için. Yüzleştiği “ÖLÜM KORKUSU”, kendisinden çok sevdiklerinin acısını tasavvur ettiği bir geçit gibi gelmişti o vakit... Ya ölecekti, ya da çıkacaktı bu karanlık gecenin sabahına dipdiri... Ya olacaktı ya ölecekti yani...
Sessiz bekleyiş başlamıştı... Anılar, mutluluklar, sevdiği eşi ve biricik sabileri. Tabii ki bir de yetim kaldığında her zaman yanında olan ANNECİĞİ... Annesinin hayattaki tek dayanağı, babası gibi göçecek miydi bu diyardan peki?
Beytül Makdis’ten (Mesci-i Aksa) gelecek bir İsrailoğlu’nun Kıptilerin evine ateş parçası düşüreceğini, Firavun’un biliyor olduğunda hissettiği korku gibi, aklın korkusuydu onunki. İnsan hayatının muhafazası için insana verilmiş bir his, bir duygu, sistem demekti. Bu sistemin bozulmasıyla aklın duyduğu endişeydi bizim fırıncının hissettiği. Alnından süzülen ter damlacıkları elinin üzerine düştüğünde göremediğiydi sadece bildiği. Ve sabah olduğunda, işe gelecek olan arkadaşının dış kapının yanı başında bulunan fırının şalterini kaldırmasıyla sona erecek olan hayat mücadelesi.
Ya sonrası? Korkunç bir ölüm anı... Daha verdiği sözler vardı, borçları, üzerindeki sorumluluklar... Hayır hayır... bu şekilde bu kadar erken yaşta, daha 37 sindeyken bu hayata veda etmek çok erken değil miydi? Ailesinin, yanmış bedenini gördüklerinde yaşayacağı o korkunç travmayı kim silebilirdi? Kim onları teselli edebilirdi? Kim annesinin feryatlarına derman olurdu? Ve herkesin derdine, sıkıntısına koşan Yavuz, nasıl olurdu da müdahale edemezdi? “Her zaman yanınızda olacağım, kol kanat gereceğim” dediklerine tutamayacağı sözün ağırlığı mı? Yoksa kendi iradesinde olmayan bu gidişin can acıtıcı sancısı mı? Zihninde dönen bu çıkmazlar içinde, fırının buz kesmiş taşları, yüzüne çarpan ölümün soğukluğu gibiydi. Hayata dair belki son hissedişlerdi bu anlar, son serzenişler, son yakarışlar... “Neden ben?” diye mırıldanırken, bağlı kollarıyla sırtını dayadığı fırın duvarı, yavaş yavaş ruhunun çekiliyormuş olduğu hissiyatını yaşatmaya başlamıştı. Çünkü soğuktu, kanının damarlarından çekileceği anın korkusuydu.
Sonrasını düşündüğünde hissettiği pişmanlık, Allah ile kuramadığı yakın ilişki ve ibadet eksikliklerinin içli içli yakarışıydı. Ağlıyordu... Gözündeki yaşlar, gönlünde asli kaynağı derin derin hissediyor olmasından dolayı dökülüyordu dua eden avuçlarının içine...
“Ey Rabbim! Görmeyen gözlerim, hissetmeyen kalbim, duymayan kulağım, zikretmeyen dilim, namaza koşmayan ayaklarımın gafletiyle huzurundayım!” diyordu hıçkırıklar içerisinde... Ancak bu son anın yaklaşmasının verdiği telaş hali, sekinete ermiş bir gönlün sükunetle teslim olma ahvali değildi.
Yapması gereken neydi?
SABIR...
Sabır; nefsi telaştan, dili şikâyetten, organları çirkin davranıştan kurtarmak, nimete şükür ile halini değiştirmeden, fark gözetmeden, yapman gereken hali sükûnetle yapmanın adı değil mi? Mevlana’nın deyişiyle;
“Başına gelen eziyetler artıyor değil mi?
Buğday başak olsun diye toprağa attılar. Değirmende un olsun diye ezdiler.
Ekmek oldu, dişleri ile ezdiler. Ezil ki can olasın, Can veresin” 1 “Can olmak mı?
“Can” dan olmak mı?
Buğday sabırla ekmek olur, vücuda gıda, kuvvet, dizlere derman, gözlere nur... Buğdayın mücadelesi toprakladır, ama bağrına gömüldüğü toprak ona hem nefes, hem can, hem su kaynağı olur. Biçilip, samandan ayrılıp, harmanda dövülüp, hamur haline gelip, fırınlandığında, insana aş olur, katık olur. Bizim fırıncının yolu da, buğdayın yoluyla bir fırında kesişmişti artık. Ekmeğin hikâyesi; buğdaydan başağa, değirmenden un olmaya vardı da, 250 derece sıcaklıkta pişti, pişti... Ekmek oldu...
Cana şifa, muhabbete eş oldu... Ya Yavuz’a ne oldu? Erenler buyurdu ki; sabır 3 çeşittir:
- Musibetlere sabır,
- Günah işlememek üzere sabır,
- Kulluğu kemale erdirmek üzere sabır.
Bunca hayatında nelere sabretmişti, nelerden geçmişti nefsi? Nelere karşı koyamamıştı, nelerden vazgeçememişti de şimdi ağlar yüreği. Günah işlememek üzere sabredebilmiş miydi? Kulluğunun bilinciyle her adımını atan bir mümin olabilmiş miydi? Karşılaştığı olaylarda Allah’ın takdirini düşünüp, dersler çıkarabilmiş miydi? O hal üzere mücadele edip, gereğini yapabilmiş miydi? Ya musibetler... Allah’ın rızasını kazanmayı kendisine şiar edebilmiş miydi? Hayatının en ağır imtihanıyla karşı karşıya olan fırıncı Yavuz, dilini, gönlünü, aklını şikâyetten kurtarabilecek miydi?
Yanaklarından süzülen gözyaşları fırının taşlarına damlarken, Resul-u Ekrem’in Sevr mağarasında müşriklerden saklandığında Hz. Ebubekir’e “Üzülme! Çünkü Allah bizimledir”1 dediğini tasavvur edebilmeli, bu zamana kadar hataları ve eksiklerinden duyduğu mahcup, bitap haliyle Kelimullah’ın “Rabbim! Doğrusu, bana indireceğin her hayra muhtacım”2 duası kalbine düşmeliydi.
Ruhunun karanlıkları içerisinde, aklının yoldaşı kalbi olmalıydı teslimiyetle birlikte...
Ağlamak yormuştu, dermanı kalmamış, sabahı düşünmekten alıkoyamadığı zihnini ve kalbini nasıl rahatlatacağını bilemezken, belki de son secdeleri olacağını düşündüğü namazını kılmayı istedi... Fırının içerisinde olduğu yerden hafifçe doğrularak, duvardaki tuğlalara uzandı, niyet etti, teyemmüm aldı. Yüzünü mesh ettiğinde gözyaşlarının ağırlığını, kollarını sıvazladığında omuzlarındaki yükü atıyor olmanın huzurunu hissediyordu Yavuz.
“Temizlik imanın yarısıdır”4 buyurmuyor muydu Hz. Resul?
“Tuhr” kökünden gelmiyor muydu taharet? Kirlerden arınmak, temiz olmaktı ki, teyemmümle temizledi aklının ve kalbinin kirlerini... Allah’a yakınlıkta maddi, manevi, batıni, zahiri, nefsi, akli arınmalarla başlardı iman...
Önce bedenini temizleyen Yavuz’un, Rabbine niyaz ederek ruhunun karanlıklarından arınma vakti artık gelmişti. Aklını; kötü düşünceler, evham ve vesveselerden, kalbini; kötü duygular, gözünün şahit olduğu kalbine işleyen siyah noktaların dehlizlerinden kurtarmalıydı. Öylece ölüme yürürken, yeniden dirilir gibi durdu namaza...
“Belki sabah bu duvarlar ısındığında sen olmayacaksın hayatta, ama Allah’a kavuşmayı nimet bilerek, murat ettiği neyse teslim olarak gitmelisin huzuruna” diye hem dua ediyor, hem de aklının korkusundan arınmaya başlamış bir hal üzere, ellerini dizlerinin arasına koymuş, sükûnetle bekliyordu. Fırını temizlemek için çıkardığı ışıklı saatini kasanın yanında bıraktığı için, gecenin kaçı olduğunu bilemiyor, zaman sanki hiç geçmiyor gibi geliyordu. Dünyanın en uzun gecesinin baş karakteriydi. Artık kaygılarını, ailesinin akıbetini düşünmeyi bırakıp, Allah’ın ona göndereceği hayrı beklemeye eviriliyordu yüreği.
Zira sabır, celaldir yakar, ziyadır; tıpkı kaynaktan doğrudan gelen güneşin ışığı gibi... Namaz, cemaldir aydınlatır, nurdur; tıpkı kaynaktan gelen ışığı yansıtan ay gibi...
Meyvenin, güneşin celaliyle tadını alıp olgunlaşması, ayın nuruyla parlaması gibi... Allah’ın müminden beklediği hal üzere olmanın yolu sabır, miracı namazdı çünkü.
Yavuz, ölümle burun buruna gelmesine karşı göstereceği hal ile pişecekti. Yanacaktı evet, ama KUL olması, hikmeti görmesi gerektiği içindi hepsi.
Namaz kıldığında hissettiği huzur, ayın üzerine doğması, Rabbin cemaliyle muhatabının sırrıydı besbelli ki...
Sadaka bürhandı, ahirette alacağı güzellik doğrultusunda dünya hayatında verdiğinin adıydı. İnkârı kabil olmayan, insanın imanına kuvvetli delil, manada olanın maddedeki ispatıydı. Hayatı boyunca annesine, evlatlarına, eşine ve yardıma ihtiyacı olan herkese gösterdiği merhametiydi. Fırının önüne her sabah gelen mahallenin köpeğine verdiği su, evden getirdiği kemik parçalarıydı. Çocuklardan dolayı gün boyu yorulan eşine sunduğu bir sevgi sözcüğü, annesinin halini hatırını sorduğu, ihtiyaçlarını giderdiği, ilgilendiği her günüydü. Fırın dükkanının önünü her sabah süpürmesi, çiçekleri her gün sulaması, müşterileri güler yüzle karşılamasının adıydı çünkü... Yavuz, güzel insandı azizim...
Aklından geçenler; güzel anılar ve yaşadığı huzurlu günlerin şükrüydü artık. Allah’ın takdir ettiği bunca yıllık ömrünün, verdiklerinin, vermediklerinin, öğrettiklerinin, musibetlerin hamdıyla yönelmişti artık Mevla’ya.
Havf ve Reca ile sabırla bekliyordu Yavuz artık.
Bu âlem, Allah’ın murat etmesi ile “HAYY”dan var oldu ya o vakit. Müslüman havf (kalbi) ile korkarsa Allah’ın merhametine sığınır, reca (ümit) duyarsa Allah dışındaki şeylerden korkmazdı. Kalpte havf olmazsa, akli korku bu hayata dair dengeyi kuramadığı için sorunlarda boğulurdu.
Hz. Musa, kucağında büyüdüğü Firavun’un sakalını çektiğinde Firavun’un duyduğu acı ve düştüğü korku tufanında boğulması gibi.
Karanlık akla zulümat kalbe, ihtiyar akla irade kalbe, itikat akla iman kalbe aitti. Huzur havf olma hali, Allah’a saygısızlık yapmaktan, rızasını kazanamamaktan çekinme ama O’nun merhametinden de umudunu kesmemekti. Fırında hapis kalan kişi, artık saatler önceki Yavuz değildi. Karanlığın içerisinde kendisine ışık ve büyük bir ümitle, Yaradan’a sığınma ve teslimiyetteydi. Gözünün görmediğini artık görüyor, hissediyordu çünkü. Varlığının bedenden ibaret olmadığını fark etmişti ve titremiyordu da artık elleri.
Bedenin bu dünyaya, asıl varlığının ise Allah’a ait olduğunu aklı idrak ediyordu şükür ki... Ümit ettiği de kendisi, korktuğu da kendisiydi. Kaynak aynı... çekindiğin gibi seversin de kendisini. Çünkü O Yaradandır, terbiye edendir, bir annenin evladını terbiye ettiği gibi.
Aklın kalbin yoldaşlığına ihtiyacı vardı. Kalp, aklın sorularına cevap, dertlerine çare, güçsüzlüğüne güç olandı. Sığınmadan kaynaklı lezzeti tadınca, hakikat ve imanı, kâinata okurdu meydanı.
Bu gece Yavuz kendini bulma yolculuğuna pencere aralamıştı sanki. Başka âleme açılan bir kapının eşiğinde olmak, Allah’ın bir lütfu, bir tecellisi gibiydi.
“Dünyayı dert edip düşünmek kalbin zulmeti, ahireti dert edip düşünmek kalbin nurudur”
3diye bildirmişti ya hazreti Zinnureyn (radhiallahu anhu)...
Daracık fırının içerisinde Allah’ı görüyormuş gibi hissetmeye, kendisini bilen, izleyen Rabbinin yardımının geleceğine olan inancıyla ilerleyen zaman, artık endişe ve kaygı yerine, tuhaf bir hüzün, tarifsiz bir sükûnet zırhını geçirmişti kalbine.
Yusuf kuyusunda tutsak, gelecek emre muhatap bekleyen Yavuz, celalinden korktuğunun cemaline sığınmış, merhametine talip olmuştu artık. Zahir ve batın âlemlerinin sürekli Allah’ın gözetiminde olduğunu biliyordu ya, korkuya hacet mi vardı artık burada...
Ve ezan sesi...
Bu zamana kadar hissetmediği Ezân-ı Muhammedî’nin o için için daveti...
Abdestini tazeleyerek kılacağı son namazı, ölümün yaklaşan ayak seslerini secdede karşılamanın lezzet diyarı... Ve Allah zikriyle bekleme dakikaları.
Hava aydınlanmaya yüz tutmuş, fırının kenarlarından içeriye yansıyan ışık hüzmesi, bir haberci gibi doğmaya başlamıştı Yavuz’un ruhuna... Gece dünya hayatıdır, örtülüdür, saklar içindekileri. Gündüz, apaçık her şeyin ortada olacağı Ahiret gününün ta kendisi.
Yavuz, Yusuf kuyusunda isrâ yolculuğundayken, arkadaşı Mesut’un rüya âlemine Nemrut ateşi düşmüştü, Yakup’un rüyasına Yusuf’un düşmesi gibi...
Kıvranıyordu yatağında Mesut, gördüğü dehşet verici manzara karşısında. Birden yatağından çığlık atarak uyanmış, gerçeklikle rüya arasında kalakalmıştı yatağın tam ortasında. Aklına fırını akşam kendisinin kapattığı geliverdi birden.
“Ya Yavuz’u fırına kilitlediysem, ya benden önce birisi gidip şalteri açtıysa, canlı canlı Yavuz’u kor ateşlerde yaktıysa...” korkusuyla çıktı sokağa koşar adımlarla, fırın dükkânının önünde buldu kendisini o heyecanla.
Kapının hala kilitli olduğunu görmesi bir nebze rahatlatmıştı güm güm atan yüreğini. Kendisinden önce birinin gelip, fırını çalıştırmamış olması rahatlatmıştı nefesini. Titreyen elleriyle anahtarı deliğe sokmaya uğraşıyor, içerden bir ses geliyor mu diye de anlamaya çalışıyordu. Nihayet artık fırının önüne geldi. Ne şalter kaldırılmıştı, ne ışıklar açılmıştı. Ama Yavuz içerde miydi? Elini fırının kapağına attığında cesareti yoktu açmaya. Yaşadığı kuşkunun gerçek olması ihtimali, vicdan azabı doğurmuştu yüreğine. Ya Yavuz’a bir şey olduysa diyerek sert bir hamleyle çekti kapağı, açtı ışıkları. - “Yavuzzz!!!!” diye seslendi, derin bir kuyuya, kilometrelerce öteye seslenir gibi...
Ses yoktu. Bir hamleyle fırının içine kendisini atmıştı ki, duvarın önünde gözleri yumuk, elleri semaya bakan Yavuz’u görüverdi. Yaşıyordu, hayattaydı ve onu bulmuştu. Hıçkırıklar içerisinde sarıldı arkadaşına. Kollarının altından tutup, çıkardı onu kuyudan. Yavuz değil, başka biri vardı sanki karşısında...
Yavuz saçların... diyerek yutkundu.
Yavuz anlamsızca baktı Mesut’un yüzüne.
Mesut diyemedi “beyazlamış” diye...
Mesut’un rüyasındaki ateş, meğer arkadaşının ruhunda, yüreğinde alev almış gece boyunca...
Ateş yeryüzü, ateş yârin yüzü. Yeryüzü, yârin yüzüne kavuşacağı geçit olmuştu O’na...