Eskiden Biz
Soğuk ve puslu günlerdi…
Timurtaş Hocamın, Şevki Yılmaz Hocamın yüreklerimizi titreten vaazlarını, konferanslarını dinlerken, kalbimizde asil bir devrim bileylediğimiz, saçlarımızın ve sakallarımızın simsiyah, davaya dair hayallerimizin ise bembeyaz olduğu günlerdi…
Kaç yıldır giydiğimizi hatırlamadığımız koyu yeşil bir parkamız, çok pileli yarım şalvar ütüsüz bir pantolonumuz ve boynumuzdan hiç eksik etmediğimiz filistin şalından başka hiçbir mal varlığımızın olmadığı günler…
Davamızın ağırlığını omuzlarımızda hissettiğimiz, “biz yok isek kimse yok” diyerek, o büyük mefkuremizin sorumluluğu altında ezilmemek için katmerli bir heyecan ve samimi bir coşkuyla mübarek devrimler planladığımız ihlaslı günler…
Hakikatin hayat bulması için kutlu bir hedefe kilitlenmiş, zulmü sona erdirmek ve Hakkı hakim kılmak için uykularımızı haram ettiğimiz günler…
Sevdalımızın yanına sokulmak şöyle dursun, uzaktan bakmaya bile haya ettiğimiz, tertemiz bir yuva kurma hayaliyle yanıp tutuşurken, herkesten gizlediğimiz o hakiki aşkımızı, gecelerin şehrayin vakitlerinde sayfa sayfa şiir yazarak tecessüm ettirdiğimiz günler…
Uğruna nice zulümler çekilen “başörtüsü”nün, soylu bir mücadeleyi ihata ettiği ve masum istikballerin söndürülüp acımasızca yok edildiği günler…
Sırpların, toplu müslüman katliamları ve tecavüzlerle Bosna'yı inlettiğini işittiğimizde, Aliya'nın ordusuna harçlıklarımızı vermekle veya meydanlarda mitingler yapmakla kalmayıp, UÇK'ya katılmak için mehtapsız geceyarılarında Serhad Şehri Edirne’nin Balkan sınırındaki Meriç Nehriyle buluştuğumuz günler…
Şehirlerin en büyük meydanlarında ve üniversitelerin kampüslerinde Hakk’ı haykırmak ve zulümlere karşı çıkmak için biraraya geldiğimizde, konuşmaların ardından sağ elimizin şehadet parmakları havada, "Şehit tahtında Rabbe gülümser"i yüreğimiz çatlarcasına muhteşem bir coşkuyla söyledikten sonra, iki tevhid bir tekbirle "En büyük sloganım bu, daimen Allahü Ekber" marşının da Arş'a yükseldiği, sonra da sivil polislerin ardımızdan evimize kadar takip ettiği günlerdi…
İnsanların birbirlerine gösterdikleri yakınlığın sadece menfaatleri için olmadığı, yalnız Allah için birbirini sevmenin hakikaten ete kemiğe büründüğü günlerdi…
İnsanın yüreğinde, cennet kokulu taze bahar çiçekleri açtıran kardeşliklerin, hazineden daha kıymetli olduğu günler…
Saygının, sevginin, hatrın, vefanın geçer akçe olduğu, yalakalığın, dalkavukluğun ve riyakarlığın pirim yapmadığı günler…
“Yalnız bu dünyada değil, ahirete dek inşallah” denilen, hiç bir zaman mazeretlere sığınılmayan, hiç baştan savılmayan, -mış gibi olmayan, sapasağlam hakiki dostlukların abideleştiği günlerdi…
Mücahid Erbakan’ın, Seyyid Kutub’un, Şehid Halid İslambuli’nin, Gülbeddin Hikmetyar’ın, Hasan El-Benna’nın, Şah-ı Nakş-ı Bendi, Abdü’l-Kadir Geylani, Mehmed Zahid Kotku Hazeratının muhteşem sözlerini, siyah mürekkepli divitlerle ve özenerek hat sanatlarıyla yazıp, poster niyetine evimizin duvarlarına astığımız günlerdi…
Kitaplığımızda, Fizılali’l-Kur’an, Siyer-i Nebi, Mektubat-ı Rabbani, Riyazü’s-Salihin, İhya-u Ulumuddin, Sahih-i Buhari, bir de Ömer Nasuhi Bilmen’in Kur’an Meali bulunduğu günler…
Evimizde televizyon olmadığı için sürekli takıldığımız, kumar oyunları oynanmayan çay ocağını işleten Sebahattin Abi’den, rica ile, mekanını gece kendimize açtırıp, Ali Kırca’nın ‘Siyaset Meydanı’nı ya da Hulki Cevizoğlu’nun ‘Ceviz Kabuğu’nu “aah orada şimdi biz olacaktık ki...” diye başlayan cümleler kura kura ve hayıflana hayıflana izledikten sonra gecenin bi yarısı eve gelip, bi daha çay demleyerek sabah namazına dek Hakk’ı hakim kılacağımız günlerin stratejileri ile ilgili münazaralar yaptığımız günlerdi..
Kutlu bir direnişimiz vardı; hem nefsimizin tuzaklarına, hem de Hakikat düşmanlarına karşı. Kutlu bir devrim için adanmıştık, zihinsel ve bedensel varlığımızla…
Bazen hep birlikte ilahiler, ezgiler söyleye söyleye sabah namazına camiye gider, bazen de evde namazımızı cemaatle kılardık. Birlikte Kur’an okur, meal ve hadisler okur, manevi sohbetler ederdik. Sonra okuduklarımızı yaşamaya gayret eder, birbirimize otokontrol yaparak sahip çıkardık.
Bir de Ömer Karaoğlu dinlediğimiz kadar neredeyse Ahmet Kaya da dinlerdik. Devrimci ruhumuzu cilalardı.
Birbirimizle yaptığımız futbol, voleybol maçları ve müthiş ince stratejilerle çok iyi hazırlanmış senaryolu şakalar, en büyük eğlencemizdi.
O zamanlar dostlarımızdan ne vekil ne bakan vardı, ne de müdür ne de başkan…
“BİZ” vardık!!!
Mescid-i Aksa’yı, Afgan cihadını, Çeçenistan ve Bosna zulmünü, Filistin’i, Keşmir’i, İhvan-ı Müslimin’i, Şah-ı Nakşibendi Hazretlerini, evliyaullahtan büyük zatları günlük sohbetlerinde konuşacak kadar iyi bilen, entellektüel lügatlı, Şamil yürekli merhamet abidesi kardeşlerimizle birlikte, sadece “BİZ” vardık…
Bir de ders çalışırken acıkınca, geceyarısı aldığımız su böreğini, 5 dakikada lüp ettikten sonra, abdestle demlediğimiz çayı yudumlarken kurduğumuz ve sabahlara dek süren devrimci sohbetlerimiz vardı…
Biz, tek yürek gecelerde omuzları birbirini saranlardık!
Yüreklerinde merhamet denizleri kabaranlar,
Hayatları, imtihanlar, sabırlar ve direnişler kuşananlardık!
Biz, "Allah" zikriyle kalpleri ve bütün hücreleri coşanlardık!
Biz, kutlu dirilişin zorluk seferine çıkanlar, elleri, şafaklar ağartacak gölgesi cennet kılıçlar kavrayanlardık!
Biz, sahibi Allah’tan başkası olmayanlardık ve Allah’ın rızasından gayrı her şeyi kaybetmeyi göze alanlar!..
Biz, dava için dünyalık menfaatlerimizden vazgeçenlerdik!
Biz, dilleri “Allah” zikriyle ıslak, kalpleri merhametle yumuşak, gözleri ise tomurcuk tomurcuk yaşlı olan aşk ehliydik!
Biz, gözlerini haramlara kör eden, dillerini gıybet ve iftirayla zehirli bir ok haline getirmeyen, yalandan ve yalancı şahitlikten kaçınan güzel ahlaklı gençlerdik!
Kapitalizmin mabedleri olan AVM’lerin, beş yıldızlı otellerin ve lüks restoranların konforlu ve süslü salonlarında milyarlık iftar sofralarının hayali bile yoktu zihinlerimizde daha henüz!..
Borsadan, tahvillerden, bitcoinden, ihalelerden hiç haberimiz yoktu!
Renkli koltuklu lüks cafelerde nargile fokurdatmaktan da!..
Lüks arbalarımız da yoktu, saunalı, çift banyolu lüks villalarımız da!..
Gözümüz kulağımız Afganistan’daki, Filistin’deki, Keşmir’deki, Bosna’daki, Cezayir’deki direniş haberlerinde idi…
Bir de;
Aziz Milletimizin enflasyonla, terörle ezildiği, ama en büyük düşmanın “irtica” ilan edildiği zavallı ülkemin, laiklik sopasıyla dövülen müslümanlarına yapılan zulmün övüle övüle anlatıldığı gazete manşetlerinde ve televizyonların ana haber bültenlerinde…
Kalbimiz hep tetikte idi, zihnimiz hep dirik…
Hesap kitap bilmez, ayak kaydırmaktan, bizans oyunlarından ve çin entrikalarından hiç anlamaz idik!
Önce kardeşlerimize ikram eder, sonra biz yerdik…
Servet, şöhret ve şehvetle imtihan olmamıştık henüz…
Ümmetin umudu olmak için uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkacak, şehir şehir, mahalle mahalle, ev ev ribatta olcaktık.
Ne ganimet hevesinde idik ne makam, ne başarı ve ne de zafer! Tek derdimiz, mübarek bir sefere çıkan mübarek ordunun kutlu bir neferi olarak, sağa sola sapmadan ‘yol’da yürürken şehadet şerbeti içebilmekti…
Desinler, övsünler, sevsinler, görsünler, bilsinler, takdir etsinler diye yola düşmemiştik. Şan ve şöhretin ardında eriyip gitmeyecek, ihlâsımızı asla kaybetmeyecektik!
Gemide verdiğimiz sözü, karaya çıkınca tutanlardan olacaktık! Talut’un ordusundaki gibi susuz çöl yollarında karşımıza çıkan nehri geçerken, ‘kana kana içmeyin’ emr-i ilahisine harfiyyen riayet ederek imtihanı kazanan o bir avuç muvahhidlerden olacaktık…
Ahir zamanın illeti ‘vehn’ hastalığına yakalanmayacaktık. Kalplerimize dünya sevgisi girmeyecek, ölümü unutmayacaktık!
Samiri’nin göz kamaştıran buzağısı, yüreklerimizi kamaştıramayacak, bizi büyüleyemeyecekti.
Dünya selinin önünde sürüklenen çer çöp gibi olmayacaktık!..
Hakkı hakim kılmak için çıktığımız kutlu dava yolunda, Salebe gibi vadi dolusu davara takılıp kalmayacak, ömrümüzü mal yığmaya harcamayacaktık…
‘Züleyha’lar yolumuza çıksalar bile, ‘Allah’tan korkarım’ diyerek nefsimizin tuzağına düşmeyecek, Yusuf gibi iffetimizle yürümeye devam edecektik!..
Dün birilerinin mızraklarının ucuna Allah’ın ayetlerini geçirip birbirleriyle savaşmaları gibi, bizler de dillerimizin ucuna Allah’ın ayetlerini, Rasulullah'ın hadislerini geçirip birbirimizle savaşmayacaktık!..
Yola çıktıklarımızı, yolda bulduklarımızla değiştirmeyecektik!
Düşmanlarımızı yakın, dostlarımızı uzak tutmayacaktık. Otobüsü hep biz sürecektik.
Sırma kostümlü, çok maskeli dalkavukları yanımıza sokmayacak, türedi yalakalarla ve omurgasızlarla iş tutmayacaktık!
Siyasi ve bürokratik makamları, zenginleşmek için imkânlar arenası veya ikbal için sıçrama tahtası ya da şan ve şöhret için reklâm ajansı olarak görenlerden olmayacaktık!..
Kendimiz için istediğimizi mutlaka kardeşlerimiz için de isteyecek, aramıza nifak sokmayacak, fesada ve hasede karşı teyakkuzda olacak, kardeşliğimizi hiç kaybetmeyecektik!
Lakin,
Çok şey değişti, makama, mansıba, paraya ve şöhrete kavuşuverince…
Çok sular aktı köprülerin altından!...
Sabrı ve şükrü bırakıp, dünya malı, makamı için birbirimizle didişmeye, çekişmeye başladık. Birbirimize karşı haysiyet cellatlığına soyunduk, yalan ve iftiralar üzerine kurulu algı operasyonlarıyla itibar suikastçiliğinde hayli ileri gittik.
Biz de zalimlerden olduk!...
Çanlar bizim için çalıyor!
Bugün geldiğimiz noktada biz, “Allah’ın ipi”ni bıraktık, Allah da bizim ipimizi bıraktı! Biz, kendi hakkımızdaki hükmümüzü değiştirmeden, Allah da bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek!..
Dünyanın dört bir yanında coğrafyalar, kan ve zulme düçar olmuşken, mazlumlar hasretle adalet ve merhamet medeniyetini yeniden inşa edecek o eski “BİZ”i beklerken, toplumda azgınlık, huzursuzluk, mutsuzluk, bencillik, her türlü kötülük almış başını gitmişken, bugün patlamaya hazırlanan bir volkanın kraterinde piknik yapıyoruz.
Ne acı ki; bugün birtakım tuzu kuru Müslümanlar, vur patlasın çal oynasın, gel keyfim gel eğleniyor, zevkleniyorlar.
Müslümanlar birbirlerini sevmezlerse, bir kısmı bir kısmından nefret ederse, birbirlerine hased ve çekememezlik ederek kin tutarlarsa, birbirleriyle çekişip durur ve birbirlerinin kuyusunu kazarak kötülük etmeye devam ederlerse; Allah Azze ve Celle, üzerimizden rahmetini, bereketini, huzurumuzu ve birbirimize güveni elbette çekip alacaktır.
Nitekim aldı da!..
Toplumda birbirimize ne güvenimiz kaldı ne merhametimiz, ne huzurumuz kaldı ne saadetimiz…
Rüzgârımız kesildi, gecenin karanlığında, okyanusta yalnız başına kalan bir yelkenliye dönüverdik sanki.
Sahi bize ne oldu?
Para, makam ve iktidar bizi bozdu. Oysa biz para, iktidar ve makamı bunun için istememiştik. Fesada ve bozguna uğramış yeryüzüne, Hakk’ın hükmünü hakim kılacaktık, adaleti ve merhameti ikame edecektik.
Öyle değil miydi?
Geçmişteki baskı ve zorlukların üzerimize kabus gibi çöktüğü zamanlarda, ihlasla değerlerimize tutunduğumuz için Allah’ın bugün bize verdiği makamları, değerlerimizi terk ederek koruyamayız!
Müslümanlar, lafta değil hakikatte yüksek ahlak ve karakter sahibi olmaları gerekir. Kur’anın, sünnetin, ilmin, irfanın ışığında planlı ve programlı çalışan, hikmetli, faziletli ve erdemli insanlar olmaları gerekir.
Hikmet, fazilet ve erdem yoksa, kurtuluş da olmaz!
Müslümanlar birbirlerini sevmezlerse, bir kısmı bir kısmından nefret ederse, çekişip dururlarsa kurtuluş olmaz!
Kurtuluş, istikametle olur, ihlasla olur, ilimle, ifranla, hikmetle olur. Çocukları ve gençleri iyi insan, vasıflı Müslüman olarak yetiştirmekle olur. Rabbimize ruhlar aleminde verdiğimiz söze sadakatle olur. Rasulullah Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e biat ve itaatle olur…
Kurtuluş, ‘laf’ değil, ‘hal’ Müslümanı olmakla olur!
Ama Seyyid Kutub’un dediği gibi; “Allah’a giden yolun sorumluluğunu bilen yolcular, asla geri dönmez ve umutsuzluğa kapılmazlar!”
O eski günlerdeki “BİZ”, ıssız ve derinlerde hala diri!
Ayakta!..
Elhamdülillah!
Allah var, gam yok!..
Günün önemli haber ve videoları WhatsApp kutunuzda! Telefon numaranızı yazın, hemen abone olun...
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
İmsak | 06:06 | ||
Güneş | 07:33 | ||
Öğle | 12:39 | ||
İkindi | 15:13 | ||
Akşam | 17:35 | ||
Yatsı | 18:58 |