Maneviyatın Esir Alındığı Düzlemde “Ruha Göz Kulak Olmak”
“Muhteşem manzaralar içinde yürüyen tanıdık çehreler görüyorum.”
Ölüme hak ettiği değeri vermek için öncesinde ruhunu bu törene hazırlamış, korkusunu yok etmiş ve kendini ölümsüz kılmanın yolunu bulmuş olmalıydı, bu sözleri terennüm eden(ler)…
“Muhteşem manzaralar içinde yürüyen tanıdık çehreler görüyorum” Bu söz, ölümün gri soğuğunu kucaklayacak, narin bir kadın sesi eşliğinde salınır ortamın acımasız sonsuzluğunda. Karşısındaki erkek de buna yakın şeyler düşünüyordur kuşkusuz. İkisinin aklından milyonlarca sinematografik görsel geçiyordur o an, ölümün eşsiz olarak nitelendirilmesi de bu yüzdendir zaten. Kelimelerin birbiriyle uyum sağlamaktan imtina ettiği, tasavvur yeteneğinin, ölü bedenindeki kanın çekilişi gibi ortadan kaybolduğu bir vakittir o an, rücu vaktidir…
Ölümün gri soğuğunun yanı sıra, bebeksi sıcaklığı da vardır. Düşünüşlere dalan ve çıkmazlarla boğuşan zihin, belli aralıklarla bu bebeksi sıcaklıkla hemhâl olabilir. Sıcaklık deyişimiz kesinlikle bir serap gibidir. Sıcaklığın güzelliği, estetik bir harmoni eşliğinde tüm nöronları uyarır. Bazen uykumuz gelir. O an, uykuya çok ihtiyaç duyarız. Yukarıdaki söz böyle bir vesileyle söylenmiş olabilir. Çünkü sıcaklık, bazen zihnimizde, normal şartlarda tasavvur edemeyeceğimiz güzelliklerin ışığını yakar. Ve biz, o sıcaklığa doğru, güzelliğin komfor vaadine koşa koşa ilerleriz.
“Daima ruhuna göz kulak olacağım.”
Ölümün madde için olacağını, ruhun baki kalacağını düşünenlerin çoğunlukta olduğunu biliyoruz. Ancak bunu içkin hale getiren ve gerçek boyuta taşıyan, olaylar karşısındaki tutumlardır. Modern dünyada, madde için çarpışmaların yaşandığı iklimde, birçok münevver, maneviyat eksikliğinden dem vurmuştu mesela. Maddenin biteceğinin bilindiği halde madde açlığının sonsuzluğuydu bu acımasız iştahı besleyen ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan. Bu yanlışa soylu bir öfke göstermek isteyen bir nida olarak okumalıyız, “Daima ruhuna göz kulak olacağım,” ifadesini. Toplumların çalkanışları, ırkların kavgaları, maneviyatın, Nietzsche’nin deyişiyle “Tanrı Öldü,” ibaresiyle modern dünyadan arındırıldığı, maddenin iktidarı gibi. Böyle bir ortamda, yukarıdaki ifadeleri kullanan ikili, ölümsüzlüğü icat etmek istemiş olmalıdır. Onlara göre ölümsüzlük, mananın ve fikrin öldürüldüğü bir dünyayı terk etmekle mümkündü çünkü. Onlar için özgürlük, fikrin ve maneviyatın göçertilemeyeceği bir dünyaya irtihal etmekle mümkündü kesinlikle.
“Daima ruhuna göz kulak olacağım” demek, salt siyasi çekişmelerin ortasında kalp kırmamak, modern toplumların tüketim açlığı ve kültür/kimlik/aidiyet baskı mekanizmalarına karşı “kendin” olabilmek muvaffakiyetini tanımlar, fillerin tepişmesine aldırmadan birbirine sımsıkı yapışan çim tanelerini çağrıştırır. Çünkü annelerimiz kardeşlerimizi bizlere, “Kardeşine göz kulak ol” diyerek emanet etmişti. Ölüm köşesindeki bu şahsın seslenişinin bize yakın gelmesini böyle açıklayabiliriz. Maddenin, maneviyatı esir aldığı bir ortamda, “ruha göz kulak olmak” demek birçok şeyi çağrıştırır aslında. Bu ikili belki de sadece iki kez gökyüzüne bakmış, ikisinde de, bir yerleri yıkıp dağıtmak için havalanan bombaları görmüştü. İnsanlık büyük oranda ve büyük kesimce yok ediliyordu. Tarihin bir dönem yücelttiği sanatçılar diğer dönem taşlanabiliyor, aydınlar, okumuşlar, yazarlar hapishanelerde çürüyebiliyordu… Sanat eserleri bir bir yakılıyor, fikre ve zihne pranga vuruluyordu. Onları ölümün kucağına iten böyle bir iklimdi, çaresizlik ve anlamsızlıklarla örülü bir zemindi. O zemin, ölümle sarılacak şahsın kalemine şu şekilde yanşayacaktı önceden, “Bir nefretin çift taraflı ağırlığıyla yere serilmiş durumdayım, savaşa neden olan Almanya’ya duyduğum nefret ve savaşın galibi olan Avusturya’daki Yahudilere duyduğum nefret benim gibi insanları yok edecek, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki, nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum.”
Daha önce birçok kez ölümle yüzleşmektense, suni bir mekân değişimiyle hayata tutunma çabası göstermişlerdi, eşiyle birlikte. Kitlelerin birbirini kıyasıya öldürdüğü coğrafyaları arşınlamak, kendilerine güvenli bir liman bulmak, ilk akla gelen fikirler olabilirdi onlar için. Olmuştur da. Bu duygularla gittikleri yerde, sevdiklerinin çığlıklarını duymayabilirlerdi belki, ancak kendileri kesinlikle pembe güneşin tadını çıkaramazlardı artık. Düşledikleri dünya modeli çok uzaktadır ve dünya, gün geçtikçe bataklığa sürüklenmektedir. Buna kayıtsız kalmak olanaksızdı onlar için.
Örneklik itkisi yakıcı bir iksirdir. Sürükleyen, sürdüren, durduran, eylemlendiren ve eylemsizleştiren. İnsanın hareket etme kabiliyeti ve buna ilişkin iştiyakı böylece perçinlenebilir. İntihar örnekliğinde ise durum daha da can sıkıcıdır. Ortada önceden vuku bulmuş bir gerçeklik söz konusudur. Ancak sonrası çok belirsiz ve tehlikelidir. Tüm bunları mukayeseli bir şekilde muhasebe etme olanağı buldular mı belirsiz, ama intihar örnekliğinde büyük bir etkilenme sürecinden geçtikleri de aşikâr. Erkek, eşini böylelikle sürece dâhil etmesini bilmiştir. Kadın ve hassas düşünüş sistemi daima profesyonelce düşünebilir, ancak bir kadın, inanca temayül gösteriyorsa, kesinlikle sonuca varabilir.
İnanan kadın cesurdur, çok cesurdur. İnanan kadın, erkek onurunun ve gücünün aksine, sınır tanımaksızın, dünyaya meydan okurcasına cesurlaşabilir. Ve en zor, en bitimsiz anlarda bile tek bir soruyu cömert ve korkusuzca sorabilir. “Beni seviyor musun?” der… Az sonra dünyanın kendileri için bitimini çağrıştıracak bir yolculuğa çıkacak bir kişi için çok cesurca bir eylemdir bu, deyim yerindeyse bir nüvedir. Belki de diğer dünyaya olan inancın bir tezahürüdür. Çünkü o psikolojideki kişi, devamlılığı/sonsuz olan bir yolculuk için o sözü söylemiştir. Ölecek kişi, karşısında beraber bu bitimsiz yolculuk için yoldaşlık edeceği şahsı daima istiyordur da ondan sormuştur bu soruyu. Devamında, “Hep benimle olacak mısın” diye sorar aynı ses. “Evet” der adam, “Evet, daima ruhuna göz kulak olacağım. Ben seni hiç terk etmeyeceğim, asla… Sen ilk aşksın.”
“Artık pek net göremiyorum” der adam, gözlerine serin sulara dalan bir dalgıç gibi daldığı kadına, kadınına. Çünkü adamlar bazen göremez, çünkü adamlar bazen görmek için kadınlarına ihtiyaç duyarlar ve kadınlar, adamların göremediklerini de gören kadınlar, o anda şöyle demesini bilir, “Muhteşem manzaralar içinde yürüyen tanıdık çehreler görüyorum,” Acı bir ilaç götürür onları gitmek istedikleri, ya da görmek isteyeceklerini sandıkları limana. Bulunduklarında bedenleri birbirine yapışık ve soğuktur. Ancak kesinlikle bu, kendi iradeleriyle alınmış bir karardır.
Zweig ve karısı Lotto, öldüklerinde takvim 23 Şubat 1942’yi gösterir. Ve Zweig, ölmeden önce bıraktığı notunda şöyle der: “Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler, ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
Günün önemli haber ve videoları WhatsApp kutunuzda! Telefon numaranızı yazın, hemen abone olun...
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
İmsak | 06:02 | ||
Güneş | 07:29 | ||
Öğle | 12:39 | ||
İkindi | 15:15 | ||
Akşam | 17:38 | ||
Yatsı | 19:00 |