İlk defa bir kitabı bitirdikten sonra yeniden okumaya başladım.
Volkan Ertit ’in kaleme aldığı kitapta Sekülerleşme Teorisi tüm yönleriyle ele alındığı iddia edilmiş ise de, kitabın ciddi eksikleri var. Peki, neden ikinci defa okuyorsun, diye soracak olanları yazının tamamını okumaya davet ediyorum. Zira öyle birkaç satır okuyup kaçmak yok.
Sekülerleşme nedir?
Kitabın iddiasına göre dinsizlik değildir. Ancak sekülerleşen birey (kitabın tabiriyle) doğaüstü kanunları günlük yaşamında uygulamaz. O vakit sekülerleşme dinsizliğe açılan kapı diyebilir miyiz? Yazar ona da hayır diyor zira bir kişi hem seküler olup hem de Müslüman olabilirmiş!
Nasıl yani?
Kitap içerisinde birden çok eleştirilecek konu ve detay var ama özende benim en çok dikkatimi çeken ise, sekülerleşme konusunda ciddi bir emek harcanan bu kitabın yazarının İslam inancından haberi yok.
Kitabı ikinci defa okumamın iki nedeni var.
Birinci neden yukarıda belirttiğim husus oldu. Yani bizi tanımıyorlar. Bizi tanımadan hakkımızda yorum yapıyorlar. İkinci neden ise, kendimizi tanıtamadık. Bizi tanımayanların karşılarına bir anti tez koyamıyoruz maalesef. Bu iddialarımı ispat edecek somut delillerim de var elbette.
En baştan şunu ifade edeyim. Her iki hususta da sorumluluğu üstümüze alıyorum. Zira bu durum dünyaya gönderiliş amacı iyiliği emredip kötülükten sakındırmak olan biz inananların görevini tam olarak yapamadığının ve tebliği konusunda cılız kaldığının en açık göstergesidir.
Kitapta İslam’dan bir kimlik gibi bahsediliyor. Oysaki İslam bir yaşam tarzı bir hayat disiplinidir. Bizim kimliğimiz ise Müslümandır. Aklıma Necmettin Erbakan Hocamın sözleri geliyor. “Siz bana hiçbir şeye karışma otur Kur’an oku diyorsunuz. Ama ben Kur’an okuduğumda orada Allah bana Emri bil magruf nehyi anıl münkeri emrediyor.” Yani özetle kitabın yazarı bizim dinimizin kural ve kaidelerini ezberlemiş ancak ezberden öteye geçememiş. Özetle Allaha inan ama dediklerini yapma diyor.
Burada bir örnekte kendi hayatımdan vermek isterim. Yüksek Lisans eğitimine devam ederken Siyaset ve Edebiyat dersinde Sivas Madımak Otelinde yaşanan elim olayın irdelenmesi esnasında sınıfta bir tartışma başladı. Sınıfımız oldukça renkli kişilerden oluşuyordu. Birden kendimizi Alevi Sünni Tartışmaları içerisinde bulduk. Tartışmaların yoğunlaştığı bir esnada ben söz alarak bizim cenahtan bir arkadaşımı uyarıp konuya ilişkin kendi yorumumu dile getirdim. Dersimizi yöneten ve benimle aynı dünya görüşüne sahip olmayan hocamız biraz durakladıktan sonra “ İslamcıların insani konularda böyle mi düşünüyor. Bu kadar hassas olduğunuzu bilmiyordum” dedi. Bende kendilerine “Hocam biz kendimizi İslamcı olarak değil Müslüman olarak tanımlıyoruz” demiştim. O günü hiç unutmadım.
Lisans eğitimi esnasında da benzer durum söz konusuydu. Gençliğin vermiş olduğu enerjiye ideolojimizin heyecanı eklendiğinde ortaya anarşik bir adam çıkmıştı. Her türlü İslami eylem itina ile tarafımızdan organize ediliyordu. Buna rağmen biz okulda üç aykırı adam olarak gezerdik. Ben, Türkiye Komünist Partisi Okul Sorumlusu ve Atatürkçü Düşünce Kulübü Başkanı. Onlardan öğrendiğim en önemli şey ise, bizim onlara hiçbir şekilde dokunmadığımız, derdimizi ve kendimizi anlatamadığımız oldu.
Gelelim şimdi asıl meseleye,
Karşı mahallenin bizim üzerimizdeki sayısız makalesine karşı bizim elimizde anti tez var mı? Benim bildiğim yok. Yıllarca Merkez Çevre çatışması üzerine araştırmalar yaptım. İşin sonunda anlatılmak istenilenin Hak ve Batıl Mücadelesi olduğunu anladım. Peki, Hak ve Batıl Mücadelesini akademik anlamda ortaya koyan bilimsel bir eser var mı? Varsa bizim ayıbımız. Yoksa hepimizin.
Bizler uzun zamandır içimize kapalı yaşıyoruz.
Kendimizi odamıza, vakfımıza, cemiyetimize veya kalıplarımıza hapsetmiş durumdayız. Bir dönem ev ev dolaşan, meyhanelere girip inandığı davayı anlatan yiğitler nereye gittiler?
Nerede mahallemizde; ahlak, adalet, dürüstlük veya insani değerleri ile ön plana çıkan Müslüman kimlikli insanlar? Bizler inancımızı yaşamadan kime ne anlatabiliriz?
İlk olarak kendimizi düzeltmek durumundayız.
Bizler inancımızın emrettiği kimliğe kavuşursak, ne seçim çalışması yapmamıza gerek kalacak nede tebliğ çalışmalarımız bu kadar nakit ve vakit alacak. Yeter ki, yaşadığımız gibi inanmayı bir kenara bırakıp inandığımız gibi yaşayalım.
İslamcılık oynayanlardan beri durup, hakiki anlamda İslam’ı yaşayan Müslümanlar olduğumuzda her şey çok daha güzel olacak.
Dua ile